14.3.11

Just A Perfect Day

"Her güzel anı bir iz bırakır mutlaka" dedi Kaan. Parmağımdaki yaraya bakıp gülümsedim. Evet, normal bir hareket değildi bu, ama zaten normal bir günde değildik...



Yaz aylarında bile esen rüzgar nedeniyle buz kesen Olimpiyat Stadyumu'na gidecektik ve bir haftadır durmadan kar yağıyordu. Kendimizi Sibirya soğuklarına şartlandırmış, endişeyle cumartesiyi bekliyorduk. Hemen herkes o günden sonraki bir haftasını yatakta hasta geçirebileceğinin bilincindeydi. Ama evde oturup kalorifere sırtını dayamaktansa, kanyak yudumlayarak ısınmayı daha cazip buluyorlardı.

Kült bir roman öncesinde bohem hayat süren bir yazar gibiydi İstanbul: soğuk, içe kapanık, sessiz. Cumartesiye hazırlanıyordu...

Güne uyandığımda açılan perdeyle birlikte odaya aniden giren güneş, bir haftadır süren karmaşık iklimi gündüze çevirmişti. Cumartesi sıradan bir gün değildi, hatta "gün" gibi de değildi. Karaktere bürünmüştü sanki. O da bizim gibi akşamdan kalmaydı. Başını kaldırmış gökyüzüne bakıyor, sıcaklığı hissediyordu, umutluydu, bizim gibi...

Öğleden sonra oynanacak maça rutin güzergahtan gittik; sabah simit dünyasında doyurucu ve sağlıklı bir kahvaltı, ardından henüz cuma gecesinde içilen alkolü kanından atamamış İstiklal Caddesi'nde kat edilen kısa ama güzel muhabbetli yol, ve nihayetinde uğrak mekanlardan birinde akşamdan kalma çivileri sökme çabası...

Göbeğinde yaşadığım ama bana hep uzak duran şehir İstanbul, yılın yalnızca bir kaç gününde evimde hissi yaşatıyor bana. Yine o günlerden biriydi. Normal şartlarda o saatlerde sükunetin hakim olduğu bir saatte Mis Sokak'ta mütevazı bir mekan şaşırtıcı bir mırıldanmayla düzeni bozuyordu. İçilen biralar kahvaltıya cila, muhabbete mezeydi. Kan akışının hızıyla paralel bir enerji yükseldi ortamda ve ufak ufak arttı çıkan sesin düzeyi. Tezahüratların doruk noktaya vardığı anda artık yola koyulma vakti gelmişti. Isınma turunu tadında bırakmak, günü yakalamanın en doğru yoluydu ve çıktık...

Normal şartlarda, bir hafta öncesinde yapılan planlamada bizi bekleyen otobüslere toplu bir yürüyüş yoktu, ancak farkına bile varmadan yaklaşık 50 kişi bir araya toplanmış "günaydın!" diyorduk gece mesaisinden uyanan Beyoğlu'na... Normal bir gün olmadığının sinyalleri başlamıştı çoktan!

Yoldayız... İstanbul'dan İstanbul'a 2 otobüs dolusu taraftar deplasman yolculuğuna çıktık. Olimpiyat Stadyumu'na ulaşmanın zorluğundan yakınmak yerine basit bir taktikle anılara bir iki satır daha ekledik.

Bataklık kıvamında yolları aşıp vardık otoparkına stadyumun. Henüz bilmiyorduk o dev alanın hayatımızda nasıl bir anlam kazanacağını. Tam gün okuyan liseli öğrencilerin öğle tatilinde yaptığı gibi herkes dört bir yana dağılmış volta atıyordu anlamsız anlamsız. Ben de onlardan biriydim. Elimde boş su şişesiyle sağa sola doğru yürüyordum. Öyle derinlere dalmışım ki, maçın başlamasına az bir süre kaldığını insanların azaldığını görünce fark ettim. Hemen giriş yaptım tribüne, yol arkadaşlarımla...

Maç vardı sahi bugün, oysa ben uzun zamandır görüşmediğim dostlarımla hasret giderdiğim bir pilav günü gibi davranıyordum. 350 km uzaktan, ama aslında bana o kadar da uzak olmayan şehirden, Eskişehir'den gelenleri görüp içten içe imreniyordum, akşam yine o güzel şehre dönecekleri için!

Aslında o kadar anı arasında ufak bir detay ama not düşelim, maçı güzel bir oyunla 2-0 kazandık. Hem de öyle böyle değil, ayakta alkışlatacak cinsten bir oyunla. Mutluydum...

Ve aslında hikayenin tam da başladığı an, otoparka dönüş... Eskişehir'e doğru yola çıkacak arkadaşlarımla vedalaşarak otobüsün yanına vardım. Ancak tuhaf bir durum vardı. İki otobüs olarak geldiğimiz park yerinde bir tanesi eksikti. İnsanlar teker teker araçlarıyla uzaklaştığı esnada öğrendik gerekçeyi. Lastik, bozuk yollara dayanamamış ve patlamış o engebeli yollarda. Biz maçtayken şoför de halledip dönerim diye düşünmüş. İşi uzayınca da bizim orada öylece beklememize neden olmuş.

Gitmeyi tercih edenler oldu ve bekleyen otobüsle yola çıktılar. Biz, yaklaşık 40 kişi beklemeye başladık otoparkta. Başlangıçta yaklaşık bir yarım saat bekler, gideriz sanıyorduk. Ama, öyle olmadı. Hava karardı, zaman aktı ve biz iki saatten fazla bekledik o otoparkta...

Beklemeye başladığımızda hava henüz aydınlıktı, oyalanıyorduk. Yerlere atılmış yarı dolu su şişeleri direk, kısmen büyük bir şişe de top oldu. Yıllardır işlek caddeler arasında sıkışmış apartman dairelerinde yaşayan koca koca adamlar için çocukluğa dönme fırsatı tepilemezdi, tepmedik. Hafta içi bankada şirket yöneticileriyle toplantıya giren Süha, mühendis arkadaşına attığı çalımla mutlu oluyordu. Biraz ilerideki başka bir grup çalı çırpı olmayan bir alanda yakacak malzeme arayışına girmişti. Onlara katıldım, zira biraz sonra hava kararacak ve ısınmaya, aydınlanmaya ihtiyacımız olacaktı...

Maç köftecisinin tezgah altına gelişi güzel attığı, ona göre çöp, bize göre yanıcı madde olan kağıtları, kartonları bir araya getirip havanın kararmasıyla ateşledik. Henüz hava soğumamıştı ama ateşin etrafında spontane bir çember oluştu. Biri o cılız ateşe mangal kömürü muamelesi yapıp bulduğu kartonla yellerken başka biri hıdrellezin tarihini erkene çekmiş, ateş üzerinden atlıyordu. Besteler, tezahüratlar zaten gün boyu dillerdeydi ama havanın tam anlamıyla kararması ve ateşin de coşmasıyla birden bire sanki orada mahsur kalmış, otobüs bekleyen bir grup değil de, mahallenin köşe başında toplanmış bıçkın delikanlılar gibiydik.

Hatırlamadığım bir ses, "uzun eşek oynayalım" dedi. Yadırgamak bir yana, talep yoğunluğu nedeniyle, tam da ruhumuza uygun bir adaletle "aldım verdim" yaptık. Yine çocukluğumuzdan kalma bir eğlence, ancak bu sefer acı bir gerçekle yüzleştik: eskisi kadar atik değildik. Bir kaç tur oynadıktan sonra topluca yıkıldık yere, kimi belini tutuyordu kimi gülüyordu. Benim parmağım da işte tam o kargaşada birinin ayağı altında ezildi. Ufak bir yara ve ezilme oluştu. Ama ben de parmağıma bakarken bıyık altından gülüyordum...

Otobüs geldiğinde, annesi tarafından sokakta oynarken eve çağrılan çocuk gibi asıktı suratımız. Arkama dönüp baktım otobüse doğru yürürken; soğuk, büyük bir alan ve etrafında yaşam belirtisi olmayan ürkütücü bir geceydi gördüğüm. Aklım karıştı, iki saat boyunca inanılmaz keyif aldığım alan gerçekten böyle bir yer olamazdı. Düşünceler içinde bir koltuğa geçtim öylece... Ekipte şoföre karşı bir homurdanma, bir isyan belirtisi yoktu. Aksine uykuya dalmıştı bir çok kişi yorgunluktan.

Tekrar Taksim'deyiz, yemek yiyoruz günün bittiğini sanarak. Formalarımızdan dolayı arka masamızdaki Japon'ların ilgisini çekmişiz, muhabbet edip hatıra fotoğrafı çektiriyolarlar bizimle. Ben masamda oturmuş parmağımdaki yaraya bakarken Kaan bana "Her güzel anı bir iz bırakır mutlaka" diyor, gülümsüyorum...

Tekrar güne başladığımız Mis Sokak'taki o mütevazı mekana yürüyoruz. Beyoğlu gece mesaine başlamış biz gelmeden. Biralarımızı yudumlarken tam da sırtımı yasladığım anda Lou Reed'den "Just A Perfect Day" çalıyor mekanda, şaşırmıyorum bu finale. Gülümsüyorum...