6.5.13

Uzak


Aynı anda birden fazla şehirde yada ülkede yaşanmışlıklara sahip insanların ortak bir frekansı olduğuna inanıyorum. Hani doğar, büyür, kısmen yaşar ve ölürsün ya; işte bu döngünün dışına çıkan insanların ortak paydasından bahsediyorum. Ben de onlardan biriyim. Bizim, yaşanmışlıklarımız ne kadar artarsa "orada olmalıydım" dediğimiz anlar da o hızda artıyor... Sen o uzak diyarlardaki düzeninde denge kurmaya çabalarken geride bıraktığın mekanda yaşananlar, yaşayamadıkların...

Çekilmiş bir fotoğrafa uzaktan bakarken dahil olma isteği mesela. O fotoğrafa teknolojik bir yardımla girsen dahi bir saniye sonrasını yaşayamamış olduğun gerçeği. İşte bundan bahsediyorum tam olarak. Kendini kandırarak bir süre idare etsen dahi çalan telefonla uyanırsın rüyadan bir gece. Paralel evreninden birileri, sanki hiç farkında değilmişsin, sanki sen bu durumu her yalnız kalışında hissetmemişsin gibi hatırlatma gereği duyarlar. Sevdiğin bir şarkıyı duyarsın arkadan, söyleme gereği duymazlar ama bilirsin sana ithaf edilmiştir, ortamda içilen her neyse, onun eşliğinde. Yutkunursun dinlerken ama onlara kızamazsın. Buruk bir sevinç yaşarsın hatta; hatırlanmanın, eksikliğini düşünenlerin gerçekliğine kapılırsın. Gözünü kapatırsın genelde, diğer hayatını dinlerken telefondan. Ama kapanır o telefon er yada geç. İşte o kapanıştan bir saniye sonrasını yaşayamazsın asla. Yine hislenirsin. Sessizlik ve karanlık sinirini bozar, evin, yada kaldığın yer her neresiyse oranın, tüm ışıklarını yakar, televizyona-radyoya saldırırsın yalnızlığını unuttursun diye. Nafile.

Asla gerçekleşmeyecek hayaller kurarsın. iki şehir birleşsin istersin mesela. Uzak şehirde kurduğun düzendeki eksikleri bilirsin ki ayrı düştüğün yaşam tamamlar ancak. Anahtar-kilit gibi kalır yaşamın, açılmayacak bir kapının önünde uyuklarsın yıllarca. Uyandığında anlarsın ki, sana her şehir uzaktır aslında. Yaşanmışlıklar değil de kaçırdıkların yıpratır seni, yoklukla hiçlik arasında dans ederken bulursun kendini. Hissizleşmeye başlarsın, arafta sürüklenir gibi ve hiç var olmamışsın gibi.

3.12.12

Çocuklar inanın...

Korkuyorum sanırım. Sonucuna umutla baktığım her şey gibi bunun da tatsız biteceğinden korkuyorum. Ama yapamıyorum. Yine inanıyorum, yine umutlanıyorum, yine bekliyorum. Çocuksu bir hevesle yeni alınmış defterin ilk sayfasına bakar gibi umutla bakıyorum puan tablosuna her sezon başında. "Olacak!" diyorum, "bu defa olacak." Olmaması için sayısız neden zihnimde dolanırken aradan tiz bir ses "neden olmasın?" diyor ve ben sadece onu duyuyorum. Susturamıyorum o çocuğu. "Bak" diyor, "sadece biraz şanssızdık öncekilerde. Bu defa olmaması için neden yok aslında". Yine tüm saflığım ve inatçı yanımla sarılıyorum çocuğun söylediklerine.

Sus be çocuk, üzüleceksin yine. Sus...

Aslında susturmak istemiyorum o çocuğu. İnançla beklesin istiyorum tadını bilmediği o lezzeti. Eğer bir gün olursa "ben demiştim" diye gözleri dolu dolu baksın istiyorum etrafa. Kimsenin umursamadığı , dikkate almadığı o çocuk haklı çıksın istiyorum. Hayatında bir defa olsun nasıl bir his olduğunu bilmeden mırıldandığı o kelimelerin gerçekliğini doyasıya yaşasın istiyorum: "Şampiyonuz!" diye bağırsın. Sesi, kendi bile duyamayacağı kadar kısılsın. Ağlasın, şaşırsın, sevinsin ve boşluğa düşsün. Ne yapacağını bilemesin.

Hayatında ilk defa sabahlasın o çocuk. Uyumayı aklına getirmediği gibi ailesi de odasına, uykuya yollamasın. Sokağa çıksınlar; bir elinde annesi, diğer elinde babası olsun. Sonra "bayrak" desin, "bayrağı ver anne, babamın omuzlarına çıkıp sallamak istiyorum".  Aslında omuz için yaşı biraz geçkin olmasına rağmen babasının gönlü razı olamadığı için şehrin heyecanlı hareketlenmesini bir çocuğun ulaşabileceği en yüksek mutluluk noktasından izlesin: Babasının omuzlarından!

Olacak be çocuk. Sen yeter ki o tiz sesinle konuşmaya devam et,  yeter ki susma.

Henüz yaşın çok ufak. Büyüyecek ve göreceksin bak, bir gün mutlaka haklı çıkacaksın. O gün geldiğinde henüz kendi içindeki çocuğa sarılamadan oğlunu kucaklayıp sokaklara atacaksın kendini. Omuzlarına çıkmak isteyecek elini tutup seni çekiştiren oğlun, annesinden bayrağı kaparak. Kırmayacaksın. Yorulmadan saatlerce dolaşacaksınız adım adım, sokak sokak. O, şehri senin omuzlarından izlerken sen ona bakacaksın ve içindeki çocuğa sesleneceksin tok bir sesle: "Demek böyle bir duyguymuş."



Şampiyonluk çok uzak değil,
Yeter ki sen yürekten oyna Eskişehir...

15.10.12

Altın Ayaklar

Doğduğun ülkeyi, şehri, mahalleyi seçemezsin. Hatta akıl yaşın yetene kadar yaşamını dahi yönetemezsin. Yaşın yavaş yavaş ilerler, bir süre sonra çevrende olup bitenleri algılamaya başlar beynin. Gözlem yaparsın önce; neyi neden yaptığını sorgularsın insanların. İdrak ettikçe biraz taklit, biraz içgüdü derken hayatın içinde bulursun kendini. On sekiz yaşına geldiğinde ise, artık sen yasalar karşısında yetişkin bir bireysin ve fikirlerin değerlidir artık. En azından doğarken seçme şansın olmayan yerlerin kimler tarafından yönetileceğine karar verecek kadar değerlisin. Başlangıç için yeterli gelir bu güç sana. Zira, iki üç yıl öncesine kadar kapısının önünde top oynamandan rahatsız olan mahalle muhtarı birden bire seni gördüğü yerde hal - hatır sormaya başlar. Çünkü artık hedef kitlesi olmuşsundur!

Mahalle muhtarının hedef kitlesi tam da; kapısının önünde top oynayan, gündelik alış verişini bakkaldan yapan, köşedeki berberden tıraş olan o "dünkü çocuklar"dır. Çünkü en çok onlar sahip çıkar mahallesine hizmet etmiş ve etmeye hazır bir muhtara. Ayda yılda bir akraba ziyaretine gelen, işi gereği o mahallede gün boyu zaman geçirip akşam aşağı mahalledeki evine dönen insanlar değil.

Keza, belediyenin hedef kitlesi de bağlı bulunduğu coğrafyada yaşayan, oraya ait insanlar olmalıdır şüphesiz. Fakat, son günlerde Eskişehir Tepebaşı Belediye Başkanı Dt. Ahmet Ataç, bağlı bulunduğu belediyede, şehirde yaşayan insanlarının manevi açıdan rahatsız olduğu bir çalışma içine girdi: "Altın Ayaklar". Her ne kadar çıkış noktası oldukça iyi niyetli ve bir saygı duruşu niteliğinde olsa da, detayları doğru hesaplanmadan atılmış bir adım olduğu kanısında tüm şehir hemfikir. Vefa gösterdiği seçilmiş 50 futbolcunun ülke çapındaki sportif geçmişi tartışma götürmez elbette. Ancak, bu vefayı gösterecek kişi veya kurum yerel bir yönetim olmalı mıdır gerçekten? Ya da şöyle soralım; bir şehir belediyesi, sportif geçmişi olan kişiler için bir vefa organizasyonu yaparken kimleri, hangi kriterlere göre almalı listeye? 

Listede göze batan isimlerden bir çoğu tüm kariyerini İstanbul takımlarında futbolculuk yaparak geçirmiş insanlardan oluşuyor. Bahsi geçen futbolcular, forması altında oynadığı kulüp tarihinde değerli kişilerdir. Buna da şüphe yok. Ancak hiç biri Eskişehir'de yaşamamış, iş yapmamış; turistik geziler veya bünyesinde bulunduğu takımlarla deplasman maçlarına gelmek dışında Eskişehir ile uzaktan yakından alakalı olmamış kişiler. Peki, bu durumda nüfusunun ezici çoğunluğunun Eskişehirsporlu olduğu bir şehirde nasıl bir beklenti kurgulanmış ki bu çalışma gerçekleştirilmiş? Yalnızca Eskişehirspor tarihinden dahi 50 isim rahatlıkla çıkabilecekken, örneğin ülke futbol tarihinde Anadolu'dan ilk büyük başarıyı yakalamış Eskişehir Demirspor gibi bir takım yok sayılmışken nasıl bir düşünce yapısı yalnızca son on yılda bir İstanbul takımında profesyonel imza karşılığı futbol oynamak dışında ülkeye bir katkısı olmamış, akabinde olaylı bir şekilde kulübünden ve dahi ülkeden ayrılmış bir futbolcuya vefa gösteriyor? Ezcümle, bu işte bir yanlış var.

Eskişehir'de Eskişehirspor yalnızca bir kaç genç adamın değil, tüm semtlerin, tüm mahallelerin kanına işlemiş bir kültürdür. Maç günü evin balkonuna siyah kırmızı bayrak asan, maça giden oğlunun ardından radyodan maçı takip eden ve yenilgi sonrası teselli olur belki diye oğluna en sevdiği yemeği yapmaya koyulan annelerin takımıdır Eskişehirspor. Endüstrileşmiş futbol döngüsüne inat, yolda gördüğü futbolcuları isteksiz oyunundan dolayı eleştiren amcaların takımıdır Eskişehirspor. 

...ve kimsenin birbirine hangi takımı tuttuğunu sormadığı şehirdir Eskişehir.

Belediyecilik tarihinde hizmet eden kimseyi yüz üstü bırakmamış, illaki ödüllendirmiş bir şehirde ikinci defa belediye başkanlığı görevine gelmiş; ömrünün tamamına yakınını doğup büyüdüğü Eskişehirde geçirmiş Dt. Ahmet Ataç'ın bu projesi ne yazık ki, büyük bir talihsizlik. Projeyi gözden geçirmesi ve daha yerel bir hale getirmesi kendisi adına da ekip arkadaşları adına da doğru olacaktır. Zira Eskişehir popülizmin değil, değerlerinin peşinden gitmeyi kendine düstur edinmiş insanların yaşadığı bir şehirdir.






(Bahsi geçen organizasyonun detayları için tıklayın.) 

27.7.12

Biz ne yapmışız böyle?




Günlerdir Eskişehirspor'un Avrupa Kupası'na gidişi, Eskişehir'de oynanan St. Johnstone maçı öncesinde yaşananlar üzerine bir şeyler yazmak istiyordum ama o kadar yoğun bir duygu vardı ki içimde, bir türlü doğru kelimeleri bir araya getiremiyordum. Sosyal medyada her iki maça dair binden fazla fotoğraf görmüş olabilirim, hatta bir çoğunda kendimi görüp tebessüm ettim. Eskişehir'de yıllar sonra oynanan ilk resmi Avrupa maçının coşkusunu öncesi-sonrası dahil olmak üzere üç gün boyunca bizzat yaşadım ve fakat bir şekilde yazamıyordum. O çok istediğim "hayatımın en özel günleri" temalı yazıyı oturtamıyordum kafamda. Ta ki, bu fotoğrafa rastlayana kadar...

Fotoğrafı kimin çektiğini bilmiyorum, Facebook'ta gördüm. 26 Temmuz'da oynanan rövanş maçından, İskoçya'dan bir kare. Tam 7 gün öncesinde Eskişehir'de yaşadıklarının etkisinden çıkamamış güzel insanların güzel eseri. Bir ay öncesine kadar, bırakın Eskişehir'i; Türkiye hakkında dahi pek bir bilgi sahibi olmayan bu insanlar Eskişehir'de öyle etkileyici hisler yaşamış olmalı ki, İskoçya'daki maçın sabahında çocuklarına St. Johnstone formalarını giydirdikten sonra yüzlerinin yarısını kendi renklerine, diğer yarısını siyah kırmızı boyamışlar. Benim nazarımda bu fotoğrafın kıymeti hiç bir değerle ölçülemez, buna şampiyonluk da dahil! 

Her Eskişehirspor taraftarı aynı zamanda gönüllü bir misyonerdir. Başta ailesi olmak üzere, çevresinde ne kadar çocuk varsa sürekli olarak Eskişehirspor'un yaşattığı o tarifi imkansız duyguyu alttan yetişen nesle hissettirmek için elinden gelen gayreti gösterir. Doğum günü gibi fırsatları bahane ederek formalar, atkılar alır. Ailesini ikna ederek tutar delikanlının elinden maça götürür, o havayı solusun ki, Eskişehirspor ile arasında koparılması imkansız bir bağ oluşsun ister. Sonunda da kuvvetle muhtemel başarır bunu. Zaten yaşı biraz ilerleyince o da çekirdekten yetişme bir Eskişehirsporlu, gönüllü bir misyoner olacaktır. 

Bu güzel döngüyü anlayabiliyorum, yıllardır süregelen bir geleneğin kısır döngüsü. Eskişehirsporlu nesiller yetişmesinin pek de gizli olmayan formülü çünkü. Peki ya, yukarıdaki fotoğraf? Bunu bana kim, nasıl izah edebilir? Bir misyoner faaliyetten çok daha fazlası var o fotoğrafta. Saatlerdir tekrar tekrar bakıyorum da... Biz ne yapmışız böyle? 

Şu fotoğrafta doğrudan yada dolaylı olarak emeği olan tüm güzel insanlara selam olsun!

17.6.12

Güzelleme

Tarihi geçmiş gazete kağıdına sarılı yetmişlik rakıyı ve yine eski gazetelerden yapılma kese kağıdına doldurulmuş karışık çerezi siyah bir poşete yerleştirdi, bana uzattı. Tam gitmek üzereydim ki, Numan amca "dur" dedi, "şunları da al, ağabeyinle yersiniz, benden". Elime aldığım ikinci poşet beyazdı ve içinde iki paket cips olduğu görülüyordu. Hediye alan her çocuk gibi benim de gözlerimin içi gülmüştü. Ailemin bana öğrettiği terbiye gereği kabul etmemiş gibi yapsam da Numan amca bu nezaketen reddedişimi saniyede göz kırparak bertaraf etti. Gülümseyip teşekkür ederek çıktım bakkaldan. Litrelik meyve sularının cam şişelerde satıldığı yıllardı...

Dört kişilik evin üç erkeği olarak biz üzerimize düşeni yapıp televizyon izlerken annem mutfakta tabakları hazırlıyordu sofra için, duyuyordum. (Yalnızca annelerin çıkarabildiği melodik sesler vardır mutfakta.) Kapı çaldı. Evin küçüğü olarak her zaman olduğu gibi yine ben koşmuştum kapıya, içimdeki merak ve görev aşkıyla. Teyzemler gelmiş. Hemen görev dağılımı yapıldı ve tatlı bir telaşla sofra kuruldu, yemekler geldi ve muhabbet güzelleşmeye başladı. Biz çocuklar, annelerimizin direktifleriyle yemeğin tabakta kalan o "en lezzetli" yerine ekmeği bandırıp bitirdikten sonra sofra renk değiştirdi. Temiz tabaklarla meyveler ve çerezler geldi, önümüzdeki boş tabaklar gitti. Sadece iki adamın önündeki tabaklar kalmıştı masada. Rakıya iyi meze olur diye yemek sonunda etlerin tabakta bırakıldığını öğrendiğim yıllardı.

Televizyon kapalı, Almanya'dan bin bir uğraşla getirtilmiş müzik setinin üzerindeki kapak açıktı. Bana hep büyülü gelen o teknoloji yine ortaya çıkmıştı ve bu durum beni çok mutlu ediyordu. Müzeyyen Senar, Münir Nurettin Selçuk, Tanju Okan, Zeki Müren... Güzel muhabbetli rakı sofralarının olmazsa olmazları çalıyordu birer birer. Annem ve teyzem kendileri için demledikleri çaya çerezi meze etmiş, bir yandan meyve soyuyorlardı bizim için. Ama benim gözüm sofradaydı. Babamın veya eniştemin bize seslenip yanlarına çağırması için gözlerinin içine bakıyordum. Onların hazırlayıp uzattığı çataldan dilimlenmiş ballı muz yemenin yanına erişemezdi çünkü hiç bir lezzet. Beklentimizin farkındaydılar ve teker teker çağırıp istikhakımız olan meyveleri yedirdiler kendi elleriyle.

Saatler ilerledikçe muhabbet derinleşmiş, şarkılar ağırlaşmıştı. Eniştemin vazgeçilmezi "Haydi Abbas" çaldığında ortamdaki herkes susup eniştemin şarkıya eşlik edişini izledi. Şarkıyı söylemiyor, yaşıyordu sanki. Sonrasında gecenin finali her zamanki gibi "Dönülmez Akşamın Ufkundayız" ile yapıldı ve buna biz de katıldık. (Hayatımda ilk defa beni de yanlarında balığa götürdüklerinde "Milli marşımız bu bizim..." demişlerdi , "...söyle bakalım şimdi baştan sona, biz de sana ufak ufak eşlik ederiz. Ama söylemezsen bir daha balık yok, ona göre!" Benim için hayatımın sınavlarından biriydi bu. Her ne kadar bazı yerlerini tam kıvıramasam da 10 yaşındaki bir çocuk için oldukça güzel söylemiştim. Ya da bana öyle hissettirmişlerdi, bilmiyorum.)

Hafif çakırkeyf halde sofradan kalkarken bize doğru dönüp "biz balığa gidiyoruz" dediler. Annemler sadece gülerek tepki gösterdi. Çünkü bu artık bir gelenek halini almıştı. Yıl boyu şehre hapsolmuş hisseden babam, eniştem ve arkadaşları havanın ısınmasıyla birlikte ilk fırsatta balığa kaçardı. Balığa gitmek, her ne kadar "balık tutmaya gitmek" gibi algılansa da, değildi. Balığa gitmek; sükuneti yaşamak, kendini dinlemek, doğayı hissetmek, dostlarla sohbet edebilmek, paylaşmaktı. Çok defa balık tutmadan, hatta olta dahi atmadan döndükleri olmuştu balıktan. Balığa gitmek, balık tutmaktan çok daha fazlasıydı kısaca.
Aradan zaman geçti, çok zaman...

Gittiler. Önden babam gitti, suya yakın bir noktada çadırı kurdu, oltaları hazırladı, ateş yakmak için malzeme topladı, küçük tüpün tepesine kurduğu lüks lambasını yaktı ve tam rakıyı açacakken eniştem belirdi yanında. Babamın o rakıyı yalnız içmesine gönlü razı olmamış olacak ki, oltasını kapıp yanına gitti aniden. Selamlaşma faslının ardından oturdular çilingir sofrasına ve oturumu açtılar; "Dönülmez akşamın ufkundayız, vakit çok geç..."




Hala fırsatı olan varsa o çok teknolojik dünyasındaki hayatına bir günlüğüne ara versin. Telefonu, bilgisayarı, televizyonu kapatıp karşısına otursun babasının. Radyodan Türk Sanat Müziği çalan bir kanal bulsun ve sadece muhabbet etsin babasıyla. Paylaşsın, anlatsın, dinlesin. Konuşsun işte. Vakit çok geç olmadan! 

15.5.12

Ustalara Saygı Kuşağı : ARC



Türkiye, Eskişehirspor, Yeni Rakı, Aile...

İnsanlar hayatın karmaşasından bahsededursun; Ali Rıza Çınar, kısa adıyla ARC bu dört güzelliğe sığdırmış yaşamını. Ülkesinin kendi ayakları üzerinde durabilen, özgün ve özgür bir çizgiye gelmesi için verdiği mücadele; Eskişehirspor'un elbet bir gün şampiyon olacağına dair inancı; doktorlara inat hayallerini sığdırdığı rakı şişesi ve ailesi. Kalbi bu kadar güzelliği taşıyamadı, yorgun düştü.

 Hiç birini diğerinden ayırmamış, hepsini ayrı ayrı sevmiş. Ben Eskişehirspor sayesinde tanıyanlardanım Ali Rıza Ağabey'i.. Henüz İstanbul'a ilk geldiğim yıllarda; yapılan her maç yolculuğunda gerek trenin yemekli vagonu, gerek otobüsün arka koltuklarında dinledim anılarını. Kimi zaman kendisi anlattı, kimi zaman en yakın yol arkadaşı Ayhan Abi. Hep neşe hakim olurdu adının geçtiği cümlelerde. ARC için yazılmış bir tezahürat dolanıyor dilimde bu satırları yazarken. Gülümsüyorum;

Kıbrıs'ta tırların altına girmiş
Doktorlar ölüdür raporu vermiş
Mevliti okunmuş, helvası yenmiş
ARC ölmemiş meyhanedeymiş!


Ölmedin, meyhanedesin. Dimi ARC?

11.12.11

Geliyoruz... Zorunuza Gitmesin!


TRT 1'de yayınlanan Stadyum programının 11 Aralık 2011 tarihli anketindeki gerçek sonuçlar ve ekrana yansıyan sonuçlar yan yana.



"Basit bir anket" deyip geçmek mümkün elbette. Ama deve kuşu gibi kafamızı toprağa gömmekten öteye geçmez bu tavır. Zira, ülkenin istisnasız tüm spor medyası bu ve bunun gibi ufak detaylarla futbol taraftarlığının, dayatılmış malum üç takım çerçevesinde dönmesine imkan sağlıyor. Futbolun İstanbul dışına çıkmasından, pastadaki paylarının küçülmesinden öyle korkuyorlar ki, basit bir anketi dahi ekrana doğru yansıtmaya cesaret edemiyorlar. Henüz bir yıl geçmemiş TRT hakkında şu yazıyı yazalı. Aynı tas, aynı hamam. Bravo istikrarını bozmadan yürüyen TRT zihniyetine!

Tamam, sezonun henüz ortasındayız, realist olmakta fayda var ve fakat son yedi maçın altısını kazanmış, ligin motivasyon ve performans olarak en üst seviyesinde bulunan Eskişehirspor'a, şansla birlikte bir iki maç kazanarak çıkış yapan alelade bir takım muamelesi yapan küstah yorumculara tahammül etmemi beklemesin kimse benden. Farkındayım, sezon bittiğinde yayıncı kuruluşun cebine üç kuruş fazla para girsin diye uygulamaya koyulan play off sisteminizdeki çarklara çomak sokacağımızdan korkuyorsunuz. SOKACAĞIZ da zaten (çomak, yanlış anlaşılmasın).

Devlet kanalı deyince az biraz farklı beklerdik sizi. Fakat, aynısınız. Her ne kadar taraftarlığım
dolayısıyla mesafeli de dursam, rakibim olan Bursaspor'a yapılan terbiyesizliğin karşısında durmuştum her fırsatta. Çünkü, biliyorum ki Bursaspor'un halinden en iyi Eskişehirspor anlar. Çünkü biliyorum ki, bu hikayede ötekileştirilen takımların yanlı medyaya, yani size göre adı yok. Sizin "diğerleri" diyerek basite indirgediğiniz o takımların uğruna adanmış sayısız hayat var. Kulüplerin başarılarını geçtim, bari arada bir yalandan övdüğünüz bu taraftarlara saygınız olsun. Koskoca bir camia yıllarca bu günü beklemiş ve sonunda zafere ulaşmış. 47 yıl boyunca bu mutluluğu beklemiş bir taraftarın şampiyonluk sonrasındaki sabah ilk yapacağı iş piyasadaki tüm gazetelerden ikişer üçer almak olacaktır. Tek bir beklentiyle açar elindeki gazeteyi, o büyülü kelime ve ömrünü adadığı takımın adını yan yana görmek... Şimdi, yandaki şu gazetenin ilk sayfasına bakalım. Bunu yapmaya kimsenin hakkı yok. Tekrar söylüyorum, Bursaspor özelinde değil bu satırlar aslında. Ötekileştirilmeye çalışılan tüm camialar adına isyan ediyorum. Bu kadar mı korkuyorsunuz İstanbul kalenizin yıkılmasından? Aslında bir yandan da kutluyorum sizi, kurulduğu günden bugüne yıldızı bir türlü barışamamış onlarca Anadolu Kulübünü aynı cephede toplamayı başardınız. Alkışlar size gelsin!

Sözün özü, kim ne derse desin biz hep buradayız ve emin adımlarla yürüyoruz zafere doğru. Ütopik zamanlarında dahi dilimizden düşürmediğimiz ŞAMPİYONLUK türküsünü artık daha gür sesle söylüyoruz. Zorunuza gitmesin!

4.12.11

YORUMSUZ

Bazen sadece tek bir fotoğraf anlatır her şeyi, yıllardır dilinin ucunda olanı, bir türlü paylaşamadığın o duygu patlamasını. Bugün bir değil, iki fotoğraf anlattı içimdekileri! Öyle güzelsin ki Esesim...






*4 Aralık 2011 Bursaspor 0:1 Eskişehirspor

25.11.11

Ustalara Saygı Kuşağı



Fotoğraf karesinin ufacık bir noktasında gördüm onu. Hoş, görmesem de bu kare içinde baktığım her yerdeydi zaten. Ayhan Abi'yi bilen bilir. Şimdilerde Eskişehir'de emekliliğin tadını çıkaran, bugüne dek bir çok şehirde yaşamış, kelimenin tam anlamıyla cefakar Eskişehirspor taraftarı.. Ayhan Abi'nin bugün halen her maça boynunda getirdiği bir atkısı var. Tribünde artık emsali kalmamış olan bu atkının uzun yıllar el örmesi olduğuna inanmıştım. Ta ki bu fotoğrafa rastlayana kadar. Biraz araştırdıktan sonra öğrendim ki, Eskişehirspor tribünlerinin toplu olarak yaptırdığı ilk atkıymış bu.

Belki vardır hala evinin baş köşesinde saklayan, üşüdüğünde boynuna dolayıp çıkan dostları, ama ben Ayhan Abi'yle tanıdım bu atkıyı ve öyle de gidecek. Ne zaman tribünde görsem bir siyah bir kırmızı harflerle yazılı "ESKİŞEHİRSPOR"u, 100 metreden tanır, oraya doğru yönelir ve Ayhan Abi'yi bulurum ucunda. Dolayısıyla bu fotoğrafın benim için en büyük anlamıdır Ayderli Ayhan Abi...

Selam olsun tribün emekçilerine...