17.12.10

EStiklal ES La Nuestra


Pazar, İstiklal Caddesi, öğleden sonra... Bu üç faktör bir araya gelince "keyif" sözcüğü istemsiz girer cümleye. İşte, tam da o cümleyi kurmanın zevkini yaşıyorum şu an: "Pazar, öğleden sonra 3'te İstiklal Caddesi'nde keyifli anlar yaşamak isteyenlere duyurulur; BandoESES, Rio'daki kadar göze hitap etmese de iddialı bir karnaval için geliyor! :)

Kardeş takım Kasımpaşa'yla 19 Aralık 2010'da yapılacak maç öncesinde Boğazın Kırmızı Şimşekleri önderliğinde, Eskişehir'den gelen taraftarların da katılımıyla binlerce kişi Taksim Meydanı'nda buluşup RTE Stadyumu'na marşlar ve artık taraflı tarafsız herkesin de keyifle izlediği ESPANA eşliğinde yürüyecek.

Henüz Eskişehir deplasmanına gelmediği halde BandoESES'ten haberdar olan ve izlemek için fırsat kovalayan bir çok dost var İstanbul'da... Saçma bir güvenlik prosedürü nedeniyle enstrümanları deplasmanlarda tribüne alınmayan BandoESES, "Etrafı duvarlarla örtülü alanda şenlik ortamına engel olabilirsiniz, ama sokaklar bizim!" düşüncesiyle EStiklal Caddesi'nde yapacak bu sefer gösterisini binler eşliğinde.


Saat 15:00 itibariyle Taksim Meydanı'nda başlayacak yürüyüş, Odakule'nin altından Kasımpaşa Stadyumu'na varmak suretiyle son bulacak... Hali hazırda ayağınıza kadar gelen bu fırsatı kaçırmayın, kenarından köşesinden yakalayın bu karnavalı.

4.12.10

Kayseri Öncesi Kısa Kısa

-Bu hafta maçımız pazartesi günü. Federasyon ve Lig TV sağolsun elele verip iğrenç bir fikstür çıkarıyorlar. Maçlarımızın büyük çoğunluğunu pazartesi ve cuma günleri oynuyoruz bu sene. Kayseri'de pazartesi oynadıktan sonra Cuma günü evimizde BJK'yi ağırlayacağız. Taraftarımızın önemli kısmı bundan fazlasıyla muzdarip olsa da stadımız doluyor, deplasmana taraftar gidiyor. 6 Aralık Pazartesi günü ise Kayserispor deplasmanına Kadir Has Stadyumuna gidiyoruz.

-Takımda ilk haftalara nispeten -saha içinde- gözle görülür bir düzelme var. Hocasız çıkmamıza rağmen, özellikle son 2 haftada Trabzon (0-0) ve Manisa (2-1) maçlarında oynanan futbol az da olsa ışık veriyor. O yüzden Kayseri deplasmanından oldukça ümitliyim ben.

-Kalede İvesa , Defansta Sezgin(Koray) - Saffet - Diego - Volkan 4 lüsü yüzde 99 sahada olacak.

-Ortada Doğa ve Bülent Ertuğrul sahada olur. 3. önlibero olarak Alper sahada olabilir. Trabzon deplasmanında böyle başlamıştık. Çok defansif bir ortasaha. Bu ortasahanın hücum yükünü çekmek için Erkan Zengin sağ açıkta görev alabilir. Büyük ihtimal önce rakibi yorup 2. yarı Sezer ve Burhan' ın oyuna dahil olmasıyla golü arayan taraf oluruz. Ancak ilk yarı gol yersek herşey değişebilir.

-Forvet hattında Serdar'ın yeri garanti gibi duruyor. Deplasmanda rakip defansı yorup hırpalıyor, ayrıca pozisyona da girebiliyor. Yanına Adem- Jaycee ikilisinden biri de olabilir, Sezer forvet arkasında da oynayabilir. Böylece güçlü bir orta sahamız olur. Maç saati bunların hepsi belli olacak.

-Kayserispor ise ligin en az gol yiyen takımı olmasının yanında sahasında oldukça etkili. Sahasında hiç yenilmemiş, 4 G 3 B almışlar. Ancak Santana ve Zaleyata gibi gol ayakları sahada olmayacak. Serdar Kesimal' da önemli bir eksik. Mehmet Eren şu an rakibin en etkili futbolcusu konumunda.

-Benim Kayserispor'da en çok ilgimi çeken şey kalecileri Suleymanou. Topu oyuna o kadar güzel sokuyor ki tebrik etmemek elde değil. Ortasahaya kadar eliyle attığı uzun paslar bir çok kontra atağın başlangıcı oluyor. Dikkat etmemiz gereken en önemli husus.

-Maç biletlerinin 1 TL olması Kayserispor camiasının bizden, özellikle de taraftar etkimizden çekindiğine net delildir, takımın sahaya çıkarken öz güvenle çıkmasına yardımcı olabilir bu detay.

-Umarım 3 puanı alan taraf biz oluruz. İlk yarı bitene kadar toplayabildiğimiz kadar puan toplayıp, çok değil 1-2 önemli takviye ile üst sıralara tırmanmamız içten bile değil. Haydi ES-ES..

23.11.10

yirmibeş


henüz ilk yarısı dahi bitmemiş bir maçtayken,

erken jübile yapıp tribüne çıktığında 25'indeydi...

gitmese bir 25 daha yaşayacaktı.

şimdi ben 25'imdeyim, vedam ne zaman olur bilinmez,

bir 25 daha yaşarsam görür müyüm o kupayı?

işte onu bilmek gerçekten imkansız.

ama bildiklerim de var elbet;

değil 25, 50 yıl geçse dahi o gün gelecek,

elimde kupa, içindeyse şampanya değil, Sinan'ın ruhu olacak!

...ve maç işte o gün bitecek.


16.10.10

"O" Günü Yaşamak

Yakın arkadaşım Ufuk Akbay, aşka gelmiş, ekşisözlük'e Cebeci İnönü Stadyumu'nda oynanan 2. Lig B Kategorisi Play Off Finalini ve "O" gün yaşadıklarını yazmış. Keyifle okuduktan sonra iznini aldım ve sözlük formatından blog formatına çevirerek yayınlama kararı aldım. Başlık için de düşünmedim hiç, zaten yazının içinde saklı bir başlık vardı... "O" Günler vardır hani hayatta, onlardan birini yaşamış Ufuk, ben de gerekeni yaptım. Uyarıyorum, bu yazı geçmişe götürür, hüzünlendirir!




Sabahın bu saatinde, saatlerdir "O" güne dair videoları, kayıtları izleyerek hem hüzünlenmeme hem sevinmeme, garip bir ruh haline bürünmeme sebep olan maçtır.


Üzerinden yıllar geçmiştir lakin halen unutulmamıştır "O" güne dair anılar, muhtemelen de ömür boyu unutulmayacak. Üzerinden bu kadar zaman, bu kadar yıl geçmesine rağmen yine o günü hatırlamak, hatırlatmak ve unutmamak adına bunları yazıyorum şimdi.


Öyle ki o gün hepimiz yıldızdık gerçekten Ankara'da.


Maç saat 16'da olmasına rağmen 12'de Cebeci İnönü Stadı kapılarına dayanmış binlerce taraftar vardı. mayıs ayının sonu haziran ayının başlangıcı olan o sıcak dönemde inanılmaz gelmişti bu durum bana. Ama çok sürmedi, kendimi stada girebilen ilk kişilerden olduğuma inandırmıştım nasılsa. Halbuki içeride binlerce kişi vardı. bize ayrılan bölüm çabuk bir şekilde doldu ve dışarıda daha binlerce taraftar vardı. Bu yüzden önce kale arkaları daha sonra da alt kat açıldı. Tabi buralar da maçın başlamasına saatler kala doldu.



O mayıs sıcağında öğle vakti insanların içi kıpır kıpırdı ama kimse halinden şikayet edecek durumda değildi, çünkü bunu biz seçmiştik. Saatlerce aç susuz şekilde o tribünlerde takımımızı yalnız bırakmadık. Stadyum "O" gün her tezahüratta her zıplamada dayandı. Titriyordu, korkuyordu ama dayandı. "O" gün adeta dünyadaki tüm iyilikler, tüm güzellikler ES ES için el birliği vermiş hiç bir şeyin kötü gitmesine izin vermiyordu. Öyle ki; normalde maçlarda görevli olduğu için binbir şikayet eden ya da taraftarla -ki onbilerce kişiden söz ediyoruz- sorun yaşayan polisler bile "O" gün tek bir olumsuz olayla karşılaşmadı, hem de yaklaşık 300 taraftara 1 polis düşerken.


Dedik ya "O" gün tüm iyilikler ES ES için el birliği yaptı diye, ama yine de bir rakip söz konusuydu: Pendikspor. Ama bu problem bile maç başlamadan çözüldü; maç başlamadan yaklaşık 2 saat önce stada gelen takım kafileleri sahaya çıkıyordu, tabiki rakip takım yuhalamalar eşliğinde bunu yapıyordu. Ama sahayı kontrole çıkan bütün Pendikspor oyuncuları ellerinde cep telefonları ya da fotoğraf makineleriyle Eskişehirspor Taraftarı'nı ölümsüzleştiriyordu. İşte o zaman en son ve tek problem olan rakip takım da çözüme kavuşmuş oluyordu.


Artık geriye sadece "O" eşsiz günü tarihe yazmak kalıyordu, bu da Eskişehirspor Taraftarı'nın en iyi yaptığı şeydi zaten. Maç 3-0 gibi net bir skorla biterken, rakip tribün boş kalıyor o tribüne giren az sayıdaki seyirci de bir müddet sonra tribünü terk ediyordu.


Saha dışında olduğu gibi saha içinde de "O" gün dünyadaki her şey Eskişehirspor için el birliği yapmıştı, sahada rakip adına tek bir olumsuz ya da kötü durum yaşanmamış, ne bir sertlik ne de bir gerginlik olmamıştı.


Dedim ya "o" gün sıradan bir gün değildi, "o" gün kutsanmış bir gündü.


İstanbul'dan Ankara'ya gitmiş ve maçı izlemiştim ama daha "O" gün bitmemişti, daha Eskişehir'de bunun devamı olan kutlamalar bizi bekliyordu. Bu yüzden alelacele Aşti'ye gittim, tabiki boynumda atkımla. Ama yürümek ne mümkün; gören herkes tebrik ediyor kimi atkı istiyor kimi taraftarı soruyordu. Bulabildiğim ilk otobüsle Eskişehir yoluna düştüm. Bütün yol adeta siyah-kırmızıydı. otobüsteki yolcular da bu durumdan etkilenmiş sevinçle birbirlerine yoldaki bu renk cümbüşünü gösteriyorlardı.


Yol, bu heyecanla çok uzun sürdü haliyle ama değdi. Sabah Ankara'ya akan o coşku seli akşam da Eskişehir'deydi. Ankara'daki onbinler Eskişehir'de yüzbinler olmuştu. "O" akşam Eskişehir'de hiç kimse evde değildi, herkes kutlama yapıyordu.


Konserler, konuşmalar derken "O" gün artık bitiyordu ne yazık ki. İlahi güçler görevlerini yerine getirmişti.


Benim açımdansa, Ankara'dan İstanbul'a olan Eskişehir molalı yolculuğumun daha 2. yarısı oynanacaktı. Bu yüzden geceki istanbul treninde yerimi aldım. Şansıma ikili koltuklardan birindeydim, koridor tarafında. Yanımda ise 65-70 yaşlarında yaşlı bir amca vardı, halinden bir memnuniyet bir mutluluk seziliyordu. Çok geçmeden konu açıldı, o amca da benim gibi İstanbul'dan Ankara'ya maç için gitmiş ve maçtan sonra da dönüyordu. Uzun yıllardır maçlara gitmiyor ve hatta Eskişehir'e bile uğramıyordu, gerçi Eskişehirli de değildi. Ama Eskişehirsporlu'ydu. Eskişehirspor'un da bir şehir takımından fazlası olduğunu kanıtıydı aynı zamandı bu yaşlı amca. O yaşında bu kadar yorucu bir koşturmacaya katlanması hayret vericiydi ama demiştim ya "O" gün normal bir gün değildi.


Sabah istanbul'a indiğimde ilk işim bütün gazeteleri almak oldu. Güneşli yeni bir gün martı sesleriyle karşımdaydı İstanbul semalarında ve hiç olmadığım kadar mutluydum. Doğum günü hediyemi birkaç gün öncesinden, hayatımın ilk aşkı olan büyük sevdam Eskişehirspor'dan almıştım.

Hani derler ya bir gün herkes bir dakikalığına da olsa yıldız olacak diye, Eskişehirspor bunu başardı işte. Hem de bir dakika değil, tam bir günlüğüne, en başta da dediğim gibi, "O" gün hepimiz yıldızdık gerçekten de.


Ufuk Akbay

4.10.10

Taraftar ne ister?

Krizlere girip çıkıyor takımlar. Kimini teğet geçiyor bu krizleri, kimi boğuluyor içinde... Sadece ülkemizde değil dünyadaki herhangi bir takım (Barcelona'dan Sunderland'e kadar) 3-4 maç üst üste kazanamadıysa çatlak sesler çıkar tribünlerden hemen. Ancak, taraftarlar gerçekten takım kazanamadığı için değil, saha içi ve dışındaki sorunları gördüğü için çatlak sesler çıkarmaya başlar. Peki futbolun en temel öğesi olan taraftarlar gerçekte ne ister? Sesli düşünüyorum;


- Atılan gol sonrasında futbolcusu tribüne koşsun ister. Yüzüğünü öpmesini istemez mesela, yada teknik direktöre terli terli sarılmasını istemez. Amblemi öpsün ister. Saçma saçma skeçler yapmasını istemez. Takım arkadaşıyla sahada sevişmesini de istemez. Sekiz takla atmasını üst üste, sağa sola hareket yapmasını hiç istemez. Kısacası güzel futbolcu golden sonra tribüne koşandır.. Bunu ister taraftar, çok şey midir ?




-Orta sahada pas görmek ister. Kimseden Messi gibi üst üste 6 futbolcu çalımlamasını beklemez belki ama 4 yerinde pas yapmanızı ister. "Bu adamlar takım olabilmiş, birbirlerine yardım ediyorlar" diye düşünmek ister. 40 metre isabetli pas mutlu eder belki, ama o pasın güzelliğinden çok bekleyenin topa koşması heyecanlandırır bizi, inandığını görmek isteriz. Bunu ister taraftar, çok şey midir ?




-Defansta gözünü açan futbolcu ister. Rakibin peşinden koşan futbolcu görmek istemez. Rakibin önünde duran futbolcu görmek ister. Centilmenlik falan görmek istemez dürüst olmak gerekirse, yeri geldiğinde indirmeni ister taraftar gole giden adamı. Kaleci topu oyuna sokarken, toptan kaçmanızı izlemek istemez. Top isteyip oyuna sokmanızı ister. Kısacası güzel futbolcu dikkatli olandır, konsantredir, oyunun içindedir. Bunu ister taraftar, çok şey midir?




-Kalede dev bir yürek görmek ister. Dev bir adam görmek ister. Kalede sadece bunu görmek ister. Çok şeydir bu evet. (İvesa'yı takımdan koparanlara selam olsun! Eskişehirspor tarihinde Sinan Alaağaç' ı mezarı başında ziyaret eden nadir futbolculardan biriydi o dev yürek...)



-Kenarda heyecanlı bir teknik direktör görmek ister. Taraftarla hop oturup hop kalkmasın kabul, ama yenildiğimiz zaman yüzü düşsün, morali bozulsun ister. Çuvaldızı birilerine batırırken iğneyi kendine batırmayı bilsin ister, özeleştiri ister yani... Taraftar kutsalını unutmamasını ister. Maçtan sonra net olmasını ister. Ağzında laf gevelemesini istemez. Net bir teknik direktör ister taraftar. Forma aşkı beklemez teknik direktörden ama formaya aşıklara saygı ister. Bunu ister taraftar, çok şey midir?


-Yönetim mi? Onlardan sadece işini yapmasını ister. Yönetebilmesini ister takımı. İsimlerini bile merak etmez hiç birinin. Ne iş yaptığıyla, yada isimleriyle ilgilenmez taraftar. Yönetebilsin ister sadece.. Sadece yönetebilsin ister. Bunu ister taraftar, çok şey midir?

-Bu 'taraftar' denilen canlılar TARAFTARA LİYAKAT, ARMAYA SADAKAT ister. Çok şey midir...

Kahır Mektubu - 7

İyi gün taraftarı değilim elbette. Yazmıyor oluşumun başka nedenleri vardı, kişisel... Sonra düşündüm biraz, şimdiye kadar ne vakit darlansam, ne vakit sığınacak liman arasam Eskişehirspor'da buldum kendimi... Şimdi yine burada kelimlerle cambazlık yapma peşindeyim işte.

Herkesin bir hikayesi vardır tuttuğu, ilgi duyduğu takıma dair. Babasından aldığı mirastır bir çocuk için mesela, ya da kaybettiği bir iddia sonrasında irdeledikçe, tutmak zorunda kaldığı takıma duyduğu sempatidir, bir genci taraftar yapan. Yada, uğruna şiirler yazdıracak kadar kutsaldır gurbetteki bir ihtiyar için... İşte o ihtiyarların en aşk dolusu Eskişehirspor Taraftarı Selahattin Erdoğan ve onun manifesto kıvamında mükemmel şiiri...



Kahır Mektubu - 7

Zor zamanda geldiniz

Bağrımıza bastık

Ölmeyi haram kıldık kendimize

Tahtına oturtmadan ESES’imizi

Bu uğurda sineye çektik

Günahınızı sevabınızı

Gönüldaşım çıktı haykırdı

Anlamıyorlar bizi

Yazarız dedik

Söyleriz dedik

Çizeriz dedik

Anlatırız sevdamızı

Anlatırız devrimlerimizi

Anlatırız

Anlatırız dedik

Eskişehirspor’un gerçek anlamını

Sanala bağlandık anlattık

Sütun sütun yazdık anlattık

Sazın teline vurduk anlattık

Lafın belini kırdık anlattık

Bağırdık

Çığırdık

Gırtlağımızı patlattık

Anlattık

Şiirler yazdık

Nameler düzdük

Yetmedi besteler yaptık

Anlattık

Anlattık babam anlattık

Siz yine de anlamadınız

Eskişehirspor’u sadece futbol takımı sandınız

Bilemediniz

Anlayamadınız

O’nun

Beden siz bir ruh olduğunu göremediniz

Kara gözlü

Kızıl saclı

Sevgilimizi siz hiç tanımadınız

Göremediniz bilemediniz

Kızılcıklı’da sol böğrümüze saplanan hançeri

Acılarına aldırmadan

Söküp çıkarırken

Ankara’dan getirdiğiniz hançerle

Şah damarımızı kestiniz

Acı üstüne acı verdiniz

Bir hançeri sökerken biz

Siz hançer üstüne hançer vurdunuz

Biz Kızılcıklı’nın namusunu kurtarırken

Siz kutlu mabette kanarya beslediniz

Siz ne Anadolu Yıldızı’nı anladınız

Ne de Kırmızı Şimşekleri

ESES deyince herkes alkış tutarken

Siz nazi subayları sandınız

Anlamadınız

Bilemediniz

Kara&Kızıl sevdamızı göremediniz

Tribünlerde en güzel türküler söylenirken

Siz cinconlu türkücü getirdiniz

Siz anlamadınız ama bin anladık

Anladık ki,

Gözünüz kör

Diliniz lal

Kulağınız sağır

Zihniniz durağan

Altmışbeş’ten

Yetmiş beşe

Bir avuç yürekli adamla

Fethetmişken

Anadolu’nun sevdalı yüreklerini

Şimdi sayenizde utanır olduk

O yüreklerden

Sporcu’nun

ZEKİ

ÇEVİK

Ve

AHLAKLISI’nı

Seven Atamızın yolundan sapmadan

Dürüstlüklüğümüzle

Gönüllerde taht kurmuşken

Şimdi ahlaksızlıktan yargılanır olduk sayenizde

Belli ki sizin umurunuzda değil

Utanmak

Yine bize düştü…

Anlamadınız bizi anlamadınız

Paramızı çalın

Yiyin efendiler yiyin

Der geçeriz…

Takımı en alt kümelere düşürün

- Sen şampiyon olmasan da…

Diye türküler söyler coşarız yine de

En pahalı bileti bize satın

Evin kiremitlerini satar

Yine de geliriz o kutlu mabede

Bırakın

Kapatmayın açık tribünü

Hatta sökün gitsin

Kapalının üstünü

- Yağmurda çamurda seninleyiz

Diye besteler yapar oynarız

Yağmur sevişir, rüzgarla dans ederiz

Her şeye eyvallah deriz

Kara&Kızıl sevdamız uğruna…

Bir tek hazinemiz var bizim

Atamızdan yadigar

AHLAK’ımız var…

Biz Bolel’in önderliğinde

En Zeki idik

En Çevik idik

Ve en önemlisi de en Ahlaklı idik

Sizin önderliğinizde

Ahlaksızlıktan yargılanır olduk

Yaktınız yüreğimizi

Ölüm oyununun son perdesini koydunuz sahneye

Yeter artık

Oyun bitti

Terk edin o kutlu mabedi…

Birden yediye dizildi

Kahır mektupları

Hoca’nın yüreği ezim ezim ezildi

Hem gönlünün

Hem gönüldaşının

Hislerine tercüman oldu

Sesine kulak verin

Hatalarını örtüverin

Bir an evvel buralardan gidiverin….

11.9.10

Deplasman Günlüğü # 2

Aslında söylenecek, söylenmesi gereken o kadar çok şey var ki maça dair... En gerekli olduğu maçlarda disiplin sorunu(!) nedeniyle oynatılmayan Batuhan'ı yada neden ısrarla maç esnasında sahada değil de kale arkasında ısınmakla ömrünü tüketmek zorunda kalan Adem Sarı'nın oynatılmadığını falan yazmak istemiyorum. Herkesin gördüğünü söylemek kolaya kaçmak olur....

Tek bir detay var kafamda... Maç boyu çıkan olaylar arasında karşılıklı yapılan tezahüratlardan beni en çok yaralayanı... Bursaspor tribünlerinden yükselen "Eses Kümeye" sesleri...

Oysa ne de güzel hayallerimiz vardı, soranlara tek hedef zirve dedik yıllarca.. Realist olmak gerekirse de, bu sezon şampiyonluk değil belki ama en azından onurlu bir mücadeleyle ilk 3, ilk 4 olur diyorduk içten içe. Olmuyor, taraftarın ne kadar pozitif bakarsa baksın, başarı için inanması gerekenlerin en mühimi, profesyonel(!) yaşantılarına senin hayallerini sığdıramayacak kadar sığ düşünenlerden oluşuyorsa olmuyor işte...

Komşunun keyfi yerinde zafer türküleri söylerken, bize kalan yine deplasman günlüğüne Türk Sanat Müziği eşliğinde not düşmek oluyor işte...

21.8.10

Deplasman Günlüğü # 1

Yolculukların ilk ve son dakikalarıdır, en tehlikeli anları. Tatlı bir rehavet çöker bünyeye, gafil avlanırsın. Dün maçın ilk ve son 5 dakikasında, yani gollerin geldiği anlarda işte tam da bu rehavet vardı üzerinde takımın. Sanki, o dakikalar formalite, sanki o dakikalar ısınma turu, yarış öncesinde.

Yaptığı açıklamada hatayı defansta bulmuş Rıza Hoca, kelimesi kelimesine "Defansımızda yaptığımız inanılmaz hatalardan mağlup olduk... ... Bu maç gösterdi ki defansımızda çok büyük zaaf var. Onu bir an önce çözmemiz gerekiyor..." demiş!

Futbolun teknik - taktik boyutundan fazla anlamam, ukalalık yapacak kıvamda değilim en azından. Ama gerçekleri görmek için futbol bilmeye gerek yok. Futbol kulüplerindeki bürokrasi o kadar da karmaşık değil. Bir takımın başında 3. sezonunu geçiren bir teknik direktör, yaz kampında eksikleri görür, yönetimde ilgili kişiye bildirir. Yönetim de gerekli müdahaleyi yaparak boşlukları doldurur... Yada en azından ben böyle olduğunu sanıyordum. Rıza Çalımbay bunun aksini düşünmüş olacak ki yukarıdaki açıklamayı yapmış.

Evet, haklı tarafları var, sonuçta sahaya girip oyuna bizzat dahil olamaz. Bu kadar pozisyon sonrasında istediğini elde edemeyince serzenişte bulunmak önce kulağa makul ve mantıklı geliyor. Anlayış gösteriyor insan... Ancak; sezon öncesinde transfer yapılırken değil de 2 haftada kaybedilen 5 puan sonrasında bu tepkiyi vermesi abesle iştigal oluyor. Kaldı ki, bahsi geçen hocanın, takımı oyuna bu kadar hakimken dahi pas yapmaktan korkarak, şişirme toplarla, doldur - boşaltlarla oynatmasının anlaşılır, kabul edilir yanı yok. Kaliteli kumaşla cam silmeye benziyor bu yaptığı.

Bireysel yetenekleri hiçe sayılmayacak durumda olan futbolculara ligin henüz düzeni tam oturmamış, beraberliğe "ne alâ" diyecek bir Konyaspor karşısında dahi defansif futbol oynatmaya çalışan, beraberliği kurtardıktan(!) hemen sonra kenarda ısınan forvet Adem'i kulübeye çağırıp rakip hocaya, Ziya Doğan gibi çakal bir hocaya oyundan beklentisi konusunda ipucu veren, beraberliğe tamah ettiğini ilan eden, akabinde saldıran Konyaspor karşısında skor 2-1 olunca Adem'i tekrar ısınmaya yollayıp alelacele oyuna sokan Rıza Çalımbay'ın özeleştiriden uzak tavrı beni esas korkutan oldu. Zira, görmezden gelinen her hata tekrarlanmaya mahkumdur.



Şapkamızı önümüze koyup düşünme vakti şimdi. Sezonun 2. haftasında, o kadar da zor rakiplerle oynamamış olmamıza rağmen 1 puandayız. Sıradaki iki rakip de Galatasaray ve Bursaspor... Bakalım, neler olacak 4 maç sonunda. Sportif başarıyı umursamayan bir taraftar kitlesine bile isyan ettirmeyi başaran Çalımbay, yine inanılmaz(!) defansif hatalardan mı dem vuracak, talihsizlikten mi...

9.8.10

Haybeden Gerçek Üstü Aşk



Ne beklersin böyle bir günden? Haftalardır ayrı düştüğün o uzak şehre iş yüzünden ağustos sıcağında gitmek zorunda kaldığında hayıflanıyordun hani... Gece 8 saat süren otobüs yolculuğunda, yanında hafif hafif horuldayan, başını senin omzuna dayamış "dayı" eşliğinde dinlediğin o yolculuk konseptli romantik şarkılar dinlendirmiyor, daha çok bunaltıyordu seni.

Uykusuz bir gecenin ardından sabahı ettiğinde nemden terleyen İstanbul karşıladı seni. Yine aynı soğuk memlekettesin işte. Hadi gecikmeden hallet işlerini, hızlı davranırsan biraz dinlenmeye vaktin kalır dönüş yolu öncesinde. Ama dur, bugün tuttuğun takımın buralarda köhne bir stadda hazırlık maçı vardı sanki? Arkadaşlarla irtibat kurup maça gitmeli. Hem belki dinlenemezsin ama, en azından epeydir hasret kaldığın şeye, tribünlerin o soğuk betonuna, kavuşursun. Takımın yeni oyuncularını, formasını görürsün; en güzeli de söylenmeye söylenmeye unutulmaya yüz tutmuş tezahüratları söyleme fırsatı bulursun. Az bilinen ama sözleri resital kıvamında olan besteler hani...

Maça gidebilme olasılığı üzerine hızlıca hallettin işlerini, soluğu Taksim'de arkadaşlarının yanında aldın. Öyle ya, İstiklal Caddesi'nin ara sokaklarındaki soğuk biradan geçer maça giden yol. Güzergahı limitleri aşmadan takip ederek stada vardınız. Taş çatlasa 50 formalı atkılı taraftar, aslında seyircisiz bir idman maçı olması planlanan maçı izleyebilmek için kapı önünde direnişe başladınız. Çabalar sonuç getirdi ve kavuştun o anlata anlata bitiremediğin basamaklı platforma, tribüne.

Kim bilir ne umutlarla inşa edilmeye başlanmış ama devamım gelmemiş bir stadyumdasın. Etraftaki evlerin 3. - 4. katından dahi sahaya hakim olmak mümkün. Tam bir amatör ruh var yani ortamda. Saat öğleden sonra 6, aylardan ağustos, takım aşkı mevsim normalleri üzerinde. Ter içindesin, aylardır maça gitmemiş olmanın getirdiği hamlamayı üzerinden atmak istiyorsun. Silkelenip kendinize geldikten sonra başladınız tezahüratlara mütevazı bir kadroyla, ama coşkun bir sesle...

Fazla geçmeden goller geldi : 1-0 , 2-0, 3-0... Tribün oturmuş çekirdek çitlemeye başlamıştı artık. Sıcaktan bunaldığın yetmez gibi ardı ardına yedin golleri. Duruldun ister istemez... İkinci yarı, başladı, yine benzer senaryo. Zaten idman maçı diye düşünen oyuncular 'bitse de gitsek' havasında geziniyor sahada... Arkanı dönüyorsun sahaya. Tribünde çekirdek çitleyenler susamaya başlamış, terliyor. Ama inatla çıkmıyor kimse, gitmiyor evine, yoluna...

Sessizce, kendi halinde mırıldanmaya başlıyorsun: "Sensiz hayat bir işkence / Dilimdesin gündüz gece / Satır satır hece hece / Şarkılarım senin için...." Hakan duyuyor seni yanı başında, eşlik etmeye başlıyor o da sesini yükseltmeden... Sonra Alper Abi o yaşına aldırmadan sitemli bir sesle arkadan güç veriyor size. Derken yavaş yavaş herkes o kadar da gür olmayan bir sesle kıtaları ardı ardına okumaya başlıyor aklında kaldığı kadarıyla...

Maç bitmek üzere artık, ama taraftar ayağa kalktı bir kere. O ihtiyar bestenin ortalarında bir kıtaya takılıp kalıyorlar sanki anlaşmış gibi :

Yenilsen de bazı bazı
Taraftarın buna razı
Sen şampiyon olmasan da
Çekeceğiz bu cefayı
Çekiyoruz ESES çekiyoruz!


Tam o esnada tezahüratlar arasında, bir fotoğraf ilişiyor gözüne henüz çekilmemiş. Besteyi yarım bırakıp arkadaşından makineyi kapıp koşuyorsun ardından. Fonda alt tarafı bir hazırlık maçı demeyip 3-0 yenildiğini inkar edercesine bağıran anormal insanların sesi, gözünün önünde bu fotoğraf... Maç bittiğinde yetmezmiş gibi meşale yakıp takımı çağırdığınızda rakip takım az önce aldığı galibiyeti unutup içerliyor. Hiç bir 3 puan sonrasında karşılıklı tezahürat yapamamış bir takımın oyuncusu olmaktansa, berbat bir futbol sonrası fark yediğinde yeri göğü inletip "Sağlık olsun" diyebilen bir taraftarın takımında oynamayı kıskanıyorlar içten içe. Onların da gönlünü alıyorsunuz maç sonunda tebrik ederek. Tepkisiz kalamıyor, gülümseyerek alkışlıyorlar.



Gün sonunda yine otobüste, bu kez hiç bir şeyi duymadan, hissetmeden 8 saat boyunca uyuyarak yorgunluk atıyorsun. Ama rüya görüyorsun elbette. Rüyanda o fotoğraf var yine. Yüzünde tebessüm...

17.7.10

Hacı Abilerin anısına..

Dar Alanda Kısa Paslaşmalar. Türk yapımı bir futbol filmi. Ben bu filmi tam 8 yıl önce izlemiştim. O zamanlar amatör bir futbol takımın alt yapısında, başarılı bir futbolcuydum. Geçtiğimiz günlerde tekrar izledim. Öncelikle film hakkında konuşmak istiyorum. The Damned United, Football Factory, Goal serisi ve Green Street Hooligans filmlerini de bu film kadar dikkatle izledim. Ancak Dar Alanda Kısa Paslaşmalar'dan aldığım tadı hiç birinde alamadım. Belki kurgu olarak, sanatsal anlamda, senaryo ve oyunculuk bazında bu saydıklarım çok daha iyi olabilir. Ama filmde anlatılmak istenen duyguyu, ben bu filmde 8 yıl önce de şu zamanda da çok daha iyi aldım. Gerçekten başarılı ve her Türk futbolseverin izlemesi gereken bir film.

Filmde Esnafspor isimli amatör takıma varını yoğunu koyan mahalleli anlatılıyor. Özellikle Savaş Dinçel ustanın canlandırdığı 'Hacı Abi' karakteri ön planda. Kendisini tekrar güzel bir biçimde analım burda. Filmi izledikten sonra benim aklıma yıllar önce Eskispor' da oynarken, hocamız olan Şinasi Yeşilçim geldi. Kendisi de şu an bu dünyada değil. Onun da ruhu şad olsun.

Eskispor; Eskişehir' in su işleri idaresinin takımıydı. Benim altyapısında oynadığım dönemde takım 3. lige kadar yükselmişti. Teknik Direktörlüğünü efsane futbolcularımız; Fethi-Nihat-Ender' in Nihatı, Nihat Atacan yapmıştı. Metehan isimli forveti unutmak mümkün değil. Mehmet Yıldız' ın farklı versiyonuydu. O sene özellikle şehir benimsemişti Eskispor' u. Maçlarında Eskişehir Atatürk Stadı'na kapalı tribününe gelirdi taraftarlar. Biz de maçlarda top toplayıcılığı yapardık. Ayrıca yaş grubumuzda başarılı maçlar da çıkarmıştık. Daha sonra 2006 yılındı kapatıldı takım.

Şinasi Yeşilçim' e gelelim. Soyadından anlaşılacağı gibi yeşil çime aşık bir insandı. Bu yüzden bu soyadını aldığını söylerdi hep. Aslında kendisini çok iyi hatırlamıyorum. Hem yaşım ufaktı hem de aradan 8-9 yıl geçti. Ancak bende iz bırakan insanlardan biri oldu. Tıpkı Dar Alanda Kısa Paslaşmalar filmindeki Hacı Abi gibi..

Altyapıyla ilgilenenler bilir. Yaz aylarında bir hücum olur alt yapıya. Her yaştan çocuk futbol oynamak ister. Ancak kışın aynı derecede kaçılır takımlardan. Takım çok profesyonel değilse, tutamaz elinde çocukları. Hatta kış aylarında antreman bile yapılmadığı günler olur. Öyle günleri sık yaşadığımız bir kış mevsimiydi. İyi hatırlıyorum antreman zamanı cumartesi sabahı saat 9'du. Ancak başka zaman yoktu benim yaş grubum için. Eskişehir' in de ayazı beterdir. Hiç kimse o havada hafta sonu evde televizyonda çizgi film izlemek varken kalkıp o soğukta antremana gelmez. Yine böyle bir kış günüydü işte; ama hava gerçekten çok soğuk, kuru Eskişehir ayazı. Ben her zamanki gibi Şinasi Hoca ve takımda oynayan torunuyla birlikte saat 8 de açıyorum klüp binasını. Saat 08.30' a kadar bekliyoruz. Ne gelen var ne giden. Daha sonra bizim gibi 3 deli daha çıktı geldi. 5 kişiydik. 12-13 yaşlarında 5 kişi. Biz eve gideriz diye üstümüzü değiştirmiştik. Ancak Şinasi Hoca yanımıza geldi. Sağlam bir şekilde azarladı bizi. Giyin üstünüzü antremana gidiyoruz dedi . Biz giydik üstümüzü. Daha sonra 5 kişiyle gittik o havada tam 5 saat antreman yaptık. Takip eden haftada da aynı senaryo yaşandı. Bu 65 yaşındaki amca, hatta dede, bizleri kaybetmemek adına her hafta o yaşında geliyor, klüp binasını açıyor, 20 dakikalık otobüs yolculuğundan sonra antremanı yaptırıyordu. Ayrıca oyun da oynamıyorduk çocuğuz diye. Ağır antreman yaptırıyordu toplu ve topsuz. Gayet kaliteli futbol bilgisi veriyordu mevkiilerimiz hakkında. Elimize birer cep kitabı vermişti. Her hafta bize oradan sorular soruyordu, tatlı sert biçimde cezalandırıyordu bilemediğimiz sorularda. Ben o zaman öğrendiğim herşeyi çok iyi hatırlıyorum. Belkide bu hoca sayesinde maçları izlerken orta-şut-gol olarak değil de, profesyonel bir gözle izliyorum. Futbolcuların mental özelliklerine, saha içinde ve pozisyon sırasında aldıkları poziyonlara dikkat ediyorum. Ufkum o yaşta genişlemişti futbol anlamında.



Yaz mevsimi gelene dek bu şekilde 5-6 kişiyle antreman yapmıştık. Daha sonra kendisi hastalığından dolayı bıraktı ve hastalığı sonucu vefat etmişti yanlış hatırlamıyorsam. 65 yıllık ömrü hakkında hiç bir bilgim yok. Ancak o 4-5 aylık dönemde beni de kendisine hayran bıraktı. O yaşta öyle bir azim ve istekle bize bir şeyler öğretmeye çalıştı. Bizi kazanmaya çalıştı. Biz zaten daha sonra özel sebepler sonucu bıraktık futbolu. Okulumuza yöneldik. Hayal ettiğimiz meslekten uzaklaştık. Ben yirmi küsür yıllık ömrümde o tarz bir futbol emekçisi tanımadım daha sonra. Belkide tanımayacağım. Böyle filmlerde göreceğim anca.

Futbolumuzu ileri götürecek olan Hacı Abilerdir. Bu tarz futbol emekçileridir. Zeki, çevik ve ahlaklı sporcu yetiştirecek olan Hacı Abiler ve Şinasi YEŞİLÇİM' lerdir. Burdan bir kez daha hepsininin ellerinden öpüyorum. Futbol endüstriyel olunca değil, emekle bezenince güzeldir. Futbol para değildir, futbol emektir. Futbol formadaki teri ve yırtıkları görebilmektir. Gol atınca formayı çıkarıp sallamak değildir.

11.7.10

Kral öldü yaşasın yeni kral


Hollanda'ya bağlamıştım tüm kaderimi, ama yalan oldum. 74 yılında Hollanda tarafından oynanan ve ayakta alkışlatan total futbolu iyi çalışan İspanya, gol yoksunu olsa da güzel oyun, net skorlarla yürüdü gitti... Tebriklerimi sunarım...

Artık vuvuzela yok, Ömer Üründül yok, Köyt(!) yok, Forlan'ın uzaktan attığı goller yok... Artık gündemden futbol bir süreliğine rafa kalktı...


Şu dakikadan sonra gündem, ev sahipliği yapacağımız 2010 Dünya Basketbol Şampiyonası... Üstelik 12 Dev Adam var bu kez, Bascat var.... Coming soon :)

10.7.10

PELE / 1284


Tam da Dünya Kupası süreci bitmek üzereyken, tam da kaç haftadır 2-3 istisna dışında ülkede ciddi transfer yapılmamışken Pele Vitor Gomez Eskişehirspor'a öyle bir geldi ki, 60'lı yıllardaki Pele'nin etkisi hissedildi kısa süreli de olsa camiada...

Bizim Pele hoşgelmiş, sefa gelmiş... Ancak, önyargılı olmamak adına, kendisi hakkında yorumlarımı siyah-kırmızı formayla izledikten sonrasına saklıyorum. Ben şimdilik orjinal Pele'yle ilgili bir kısa filmi paylaşmak istedim.

Anladığım kadarıyla ( yanılma payım var) hikayesi şöyle : Kariyeri boyunca 1283 gol atmış Pele'nin bir ropörtajında söylediği " bir şansım daha olsaydı, son golümü Brezilya formasıyla atmak isterdim" cümlesi üzerine, yıllarca hikayeleriyle büyüyen Pele hayranları bir nebze de olsa teşekkür amaçlı kısa film hazırlamış bizzat Pele'nin de oynadığı ve hayalini sanal da olsa gerçekleştirmişler...

Buyrun efendim, iyi seyirler...




Rabbime Sordum "Miami" Dedi


İlişki iyi gitmeyince, gözü dışarı kayan sevgili gibi başka takımlara göz kırptı sırayla LeBron James... Misal, zengin ve soylu bir aileden gelen New York Knicks ömür boyu evlilik sözleşmesine görülmemiş bir meblağ (1 Milyar $) yazdı yazmasına ama bizim gelin kesesini çoktan doldurmuş olduğundan mütevellit burun kıvırdı.

Onun derdi başkaydı. John Stockton gibi formasını giydiği tek takımda beyaz bayrak ayna yapıp taçsız kral olmak yerine, renk değiştirip "galaksideki herhangi bir yıldız" olarak yüzük sahibi olmayı seçti. Bu konuda kimse haksızlık edemez James'e elbette. Nihayetinde, onurlu duruşunu takdir ettiğimiz Stockton'ın yıllarca omuz verdiği, asistleriyle coşturduğu Karl Malone dahi MJ yüzünden yüzüksüz geçen kariyeri bitmeden son bir defa şansını denemek adına Three-Peat yapmış olan Lakers'a geçmiş ancak nihayetinde kaderine razı olmuştu.

Ancak benim dikkatimi çeken şey, madalyonun diğer yüzünde saklı. Her ne kadar normal sezon ve All Star MVP ödülünü almış, taraflı tarafsız herkesin gözünde NBA tarihinin en iyi oyuncuları arasında gösterilmiş olsa da vazgeçemediği bir handikapı var LeBron'un : 1 Numara olma arzusu. Yıllardır egosu için oynayan ve bu sebeple bir türlü başarı istikrarını yakalayamamış bir oyuncuyu alırken nasıl bir kumara girdiğini görüyor olsa gerek Miami Heat, hele ki Dwayne Wade gibi bir yıldıza sahipken üzerine aynı anda hem Chris Bosh hem de James'i kuma getirerek. Bekleyip görmekten başka seçenek yok elbette. Öyle yada böyle kesin olan şey, bir tarihe daha tanıklık etmek üzere olduğumuz gerçeği.

Ancak, şimdiden Kaan Kural gibi üstadların dahi dikkat çektiği detaylar var: Tanıtım fotoğraflarında kimin ortada duracağı, sahaya çıkarken kimin isminin önce, kimin en son söyleneceği gibi... LeBron James takıma başarıdan çok gerilim katmazsa şampiyon olmaları işten değil. Ama, kim ne derse desin henüz takımdan ayrılacağını açıkladığı andan itibaren Cavaliers taraftarının LBJ formasını yakması da asla basketbolseverlerin gözünde MJ olamayacağının bir işareti bana kalırsa.


Bu arada Heat isimli bir takıma giderken formasının ateşe verilmesi de manidar tabii :)

7.7.10

Galiptir Bu Yolda Mağlup


Dünya Kupası henüz başlamadan, takımları inceleyip yazı yazmayı düşünmüştüm. Ama sonra farkettim ki, bir çok kişi yazmış çoktan takımların durumlarını... Ben de hepsini keyifle okuduktan sonra doydum kupa yazısına ve vazgeçtim yazmaktan.

Zaten Dünya Kupası'nı hiç tarafsız izlemedim bugüne kadar. 94 'te Brezilya 98'de Arjantin 2002'de tabiki Türkiye ve 2006'da İspanya keyif verdi bana.. 2010 öncesinde takımların geçmişine ve turnuvaya geliş hikayelerine baktığımda da gözüme Hollanda ilişti ve finale gelene kadar (DK Eleme maçları dahil) büyük keyifle izledim her maçını...


Yıllar yıllar önce, 74'te tarihinin en görkemli takımına sahip olan Hollanda'yı günümüzde "veteran" olarak hala saygı gören Cruyff, Neeskens, Haan gibi top cambazları taşırken televizyonlar yeni yeni uluslararası futbol yayınlarına başlamış ve milli takımlara ilk uluslararası hayran kitlesini kazandırmıştı. Finalde tipik Alman disipliniyle oynayan Beckenbauer, Gerd Muller gibi yıldızlar taviz vermedi ve finale kadar futbol menüsünü bonkörce sunan portakalları yendi. Ancak, dünya Almanya'nın taze kupasını değil, turuncu devrime teğet geçen Hollanda'yı konuşuyordu turnuva sonrasında ve dahi yıllar sonra!


Hollanda'nın taraftarını ayrı sevdim. Tribünde veya maçları izledikleri barlarda istisnasız tek renk olabiliyorlar. Yada, takımları 2010 Dünya Kupası'nda finale çıkarken Antalya'da tatil yapan turuncular birleşip bizim yurdum insanıyla kol kola tura çıkıyor sokağa, hem de tek bir tatsızlık yaşamadan, havaya ateş açmadan(!)


Yine 70lere dönüyoruz, hatta 68-69 sezonundan başlayalım. Türkiye 1. Futbol Ligi'nde o güne kadar klişeleşmiş takımlar dışında bir takım başarıya ulaşamamış, tekelci bir lig halinde süregelmişti 1. Lig. Henüz 3 sezon önce kurulan Eskişehirspor, hiç kimsenin beklemediğini yaptı ve uzun süre 1. sırada götürdü ligin son 3 haftasında Göztepe ve Mersin İdman Yurdu'nun taktığı çelmelerle sendeleyip 2. sıraya devrilerek kaderi değiştirmeye bu kadar yaklaşmışken kendi kadersizliğinin ilkini gerçekleştirdi. Devamında, bilindiği üzere, benzer senaryolar 4-5 yıl sürdü ve "olmayınca olmadı".


Başarı şampiyonluksa eğer, başarısız oldu Eskişehirspor. Ancak tıpkı Hollanda gibi, kaybederken ayakta alkışlatan oldu Kırmızı Şimşekler. Hollanda'nın dünya çapında gördüğü televizyon ilgisinin benzerini daha ulusal çapta Eses yaşamaya başladı bu süreçte. Halk, şampiyon takımı değil de Amigo Orhan'ı konuşuyordu sokakta, Fethi'yi Nihat'ı Ender'i İsmail Arca'yı konuşuyordu. Son dakikaya kadar taviz vermeden oyununu oynayan ama bir türlü olduramayan Kırmızı Şimşekler'i...


2010 itibariyle iki paralel kadersizlikten en az birinin kırılacağına ve totemin bozulacağına inanıyorum. Bunların ilki, kronolojik sıralama gereği Hollanda'nın yaklaşık 40 yıl tehirli de olsa kaldıracağı kupa, diğeri de Eskişehirspor'un yine 40 yıl öncesinden kalan rövanşı : Şampiyonluk!




23.6.10

Saldır Marsel! Okey, Let's Go...

2001 yazı.. Henüz 15 yaşında, sporu sadece spor için izleyen biriydim. Sydney Olimpiyatları ve Hollanda'nın yine şampiyon olamadığı bir Avrupa Şampiyonası'nın ardından bocalamıştım, birden sporsuz kalınca... Yetmezmiş gibi 2. kez emeklilikten dönmüş olan Michal Jordan satın aldığı oyuncularını motive etmek bahanesiyle Washington Wizards formasıyla, yıllarca giydiği siyah-kırmızı(!) Bulls formasına ihanet ettiği yetmezmiş gibi ortalama bir performans göstermiş ve gözümde büyüttüğüm "Majesteleri"nin kıymetini sorgulatır olmuştu...

En beteri de Eskişehirspor yine çıkamamıştı düştüğü 2B çukurundan...

İşte tam da bu kadar tatsızlığın arasında nefes almak için alternatiflere yönelmiştim ki, TRT Wimbledon Tenis Turnuvası'yla göz kırptı bana... Son bir şans verdim 2001 yazına ve hayatımın en doğru hareketlerinden birini yaptığımı anladım Goran Ivanišević sayesinde!



O yıl normal şartlarda, 125. sırada olduğu için, turnuvaya katılamayacak olan Hırvat Tenisçi'ye davet gönderen organizatörler işin bu noktaya geleceğini asla tahmin edememiştir. Her turda, bu kez şansı yaver gitmez denilen Hırvat raket* finale kadar geldi ve şampiyon oldu! Ama, benim asıl ilgimi çeken şey Wimbledon tarihinde görülmemiş bir şekilde "tribün" yapan Hırvat seyircilerdi.. Geleneklere son derece dikkat edilen; seyirci kitlesi hakkında konuşulurken prestij, elit, üst sınıf gibi terimlerin sıkça kullanıldığı bu turnuvaya belki de ömürleri boyunca bir daha denk gelemeyecekleri bir başarı öyküsünü izlemeye gelmiş halk sınıfı vardı tribünlerde... Özellikle final maçında baş hakem tarafından defalarca uyarılmasına rağmen her sayıdan sonra gol olmuşçasına sevinen Hırvat seyirciler yüzümü öyle güldürüyordu ki, hakemin yaptığını küstahlık olarak algılıyordum... Çünkü, o kadar benziyoruz ki o gün orada bulunan Hırvat seyircilerle, benimsemiştim Ivanisevic'i.

Gelelim yazının esas öznesine : Marsel İlhan!

2010 yazında Vuvuzela sponsorluğunda, Türkiye'siz düzenlenen, istisnalar dışında tatsız tutsuz ve golsüz bir Dünya Kupası var oyalanmaya çalıştığımız... Michael Jordan emekli olalı 8 yıl olmuş. Eskişehirspor 2B'den kurtulmuş olsa da ezeli rakibimizin şampiyon olduğu ligde ancak 7. sırada bitirmenin hüznü var bu kez üzerimde, yine 2001'de olduğu gibi alternatif arayışlarına girdim kısacası... Ve 2001'den biraz farklı olarak Ntvspor göz kırptı bana Wimbledon'la.. Hem de bu kez sıcaklığını hissettiğim adam benim dilimi konuşuyor, benim ülkemde yaşıyor..

Başın öne eğilmesin...

İlk turu zor da olsa geçti Marsel.. İkinci tur maçında Rumen Hanesko karşısında inancını gösterdi ve tıpkı Euro 2008'de olduğu gibi 2-0'dan geri dönmek istedi... Ama yapamadı. Biraz talihsizlik, biraz tecrübesizlik engel oldu 2. Ivanisevic vakasına. Ancak, ben alacağımı aldım bu turnuvada Marsel'den.. Zaten Özbek kökenli oluşuna dikkat etmezsek ilk defa bir Türk katıldı turnuvaya. Tamam, Hırvatlar gibi dolduramadık kortun etrafını, tezahürat yapamadık Marsel için ama başta da yazdığım gibi Dünya Kupası'na zorlandığımız bir süreçte nefes alma fırsatı verdi bize...

Tüm bunlar için teşekkürler Marsel İlhan!

18.6.10

Nice 'daha güzel' 45. Yıllara..

2008'in 16 Mayıs'ı... Eskişehirspor-Diyarbakır maçı. O yılki Play-Off'ların yarı finali. Yer İstanbul İnönü Stadyumu. Koca 120 dakikada bir tane bile gol olmamış, penaltılara kaldı maç. Yıllardır içeride dışarıda, iyi kötü, birlikte maç takip ettiğim 10 kişilik arkadaş grubumun tamamı stadda. Tribünden tanıdıklarım, Boğazın Kırmızı Şimşekleri'ndeki dostlarım, tanımadığım 10 binler..Kiminin gözlerinde ümit, kiminin gözlerinde korku. Derin bir solukla çekilip, saniyede üflenen 'stres' sigaraları.

Penaltı atışları başladı. Bilen bilir İnönü Stadyumunun Kapalı-Alt tribününün en üstünde bir beton platform var. Oraya oturmuş, arkasını dönmüş iki gençten biriyim. Penaltılara bakamıyoruz. Sıkmışız birbirimizin elini arkadaşımla, mırıldanıyoruz; "Geliyor mu hacım(!) o büyük gece?"

Taraftarın sesine göre gol olup olmadığını anlıyoruz. Yanımdaki sevgililere soruyorum, 6. penaltılara geçildi diyor. O an arkadaşımla göz göze geliyoruz. Evet, telafisi yok. Golü atamazsak tarihimizin eziyetli, merhametsiz senelerine bir yenisi daha eklenecek. O an sinirlerimin boşaldığını hatırlıyorum. İçimde fırtınalar kopuyor dedikleri şey var ya, benim içimde Kırmızı Şimşekler çakıyor. Arkadaşımın da gözleri dolu dolu olmuş. Ben öyle bir heyecanı hayatımın başka hiç bir evresinde yaşamadım. Ardından bilindik senaryo: Diyarbakırlı futbolcu penaltıyı kaçırmış, finaldeyiz... O an oturup hıçkıra hıçkıra ağladık arkadaşımla. Herkes seviniyordu. Biz ağlıyorduk, yanımızdaki bayan şaşkınlıkla peçete yetiştiriyordu bize. O gece büyük zaferlerin habercisiydi sanki. Talihimiz dönmüştü evet. O an hissetmiştim ben onu. O an gerçekten inanmıştım.



Şimdi aradan 2 sene geçti. 45. yılımızda ligin zirvesine yakın ekiplerden biriyiz. Böyle bir 45. yıl, asla reddedemeyeceğimiz ancak geçmişteki başarıları sollamak istediğimiz, gerçekten başarılara yaklaştığımız bir 45. yıl. Artık yol belli ESES'im. Eğ başını ağır ağır yürü şimdi.

Uzat elini şanlı kupalara ES-ESim
Sinanın Nasırın ruhlarını şadedelim
Sonra da öl deyin,ölmeyeni......

ESKİ 45'LİK

Hayatımızın yarısını siyah, yarısını kırmızı yaşayalı 45 yıl geçmiş...

Günün 45'liği Kadriye İnletir'den gelsin o vakit...


es es es ki ki ki hop hop hop güm güm güm kırmızı şimşek çok yaşa...

15.6.10

Bando Vuvuzela!

Daha başlamadan, aldım elime fikstürü, takımlara kafamda maçlar oynatmaya başladım. Herkes takım analizi yazınca, benim hevesim kaçtı ve maçların başlamasını bekledim yazmak için...

Sonra maçlar başladı, 32 takım arasında göremediğim Türkiye yeterince canımı sıkarken, yetmezmiş gibi oynanan 11 maçın 10 tanesinde 3 gol dahi olmadı. Tek istisna da, disiplin hastalığına sahip Almanya'nın Avustralya maçı (4-0).

Hal böyle olunca yine sıkıldım, yazmak gelmedi içimden... Yazacak futbol dışı bir konu aradım, malum futbol asla sadece futbol değildir klişesi sardı dört bir yanımızı. Eh madem klişe bir konsept seçiyorum, konunun öznesi de klişee olmalı dedim : Vuvuzela!


Dünya Kupası sonrası yapılacak anketlerde, turnuva yıldızı kim olur sorusuna Vuvuzela eklenirse haksız rekabet olur. Zira her takım bir kaç gün arayla maç yaparken, bu çılgın alet günde 3 maça çıkıyor, hem de hiç susmadan...

Öyle ki, Dünya Kupası'na aslında ilgi göstermeyen, hatta futboldan fazla haz etmeyenler dahi Afrika'nın yöresel bir çalgısı olan Vuvuzela'yı tek kalemde telaffuz edebiliyor. Özetle, artık Dünya'nın tanıdığı en meşhur Afrikalı oldu Vuvuzela...

Gelelim benim asıl kaygıma... Bilindiği üzere Eskişehirspor tribünlerinde 2006 yılından beri BandoESES oluşumu bulunmakta. BandoESES o kadar güzel işler çıkarıyor ki, çok defa Eskişehir deplasmanına BandoESES'in ve açık tribünün yaptığı ortak çalışmayı izlemeye geldiğini itiraf edenlerle karşılaştım. Çünkü BandoESES, özellikle 10.000 taraftarın olduğu Açık Tribün'ü tamamiyle ayağa kaldırarak, 7'den 70'e atkı sallatıyor, bağırtıyor. Kolay yakalanır türden bir şey değil. Dolayısıyla, imrenen taraftar sayısı azımsanmayacak ölçüde çok...


Geçtiğimiz sezon, Trabzonspor Bando olmaksızın denedi Espana Cani eşliğinde yaptığımız atkı şovunu, başaramadı... Bursaspor taraftarı, bir maç için Mudanya Belediye Bandosu'nu getirdi, olduramadı... Çeşitli arayışlarda rakipler kısacası. Peki ya, olur da bir takım taraftarı üşenmez, Afrika'dan Vuvuzela getirtir ve kendince bir bando(!) kurmaya kalkarsa? Hiç bir şey değil de bu düşünce beni feci halde korkutuyor...

Burdan yetkililere sesleniyorum : Lütfen henüz Dünya Kupası'na giden Türk'ler dönmemişken bir kanun falan çıksın ivedilikle, ülkeye Vuvuzela sokmayı yasaklayan... Olmaz mı? Olur bence, olmalı... :)