11.12.11

Geliyoruz... Zorunuza Gitmesin!


TRT 1'de yayınlanan Stadyum programının 11 Aralık 2011 tarihli anketindeki gerçek sonuçlar ve ekrana yansıyan sonuçlar yan yana.



"Basit bir anket" deyip geçmek mümkün elbette. Ama deve kuşu gibi kafamızı toprağa gömmekten öteye geçmez bu tavır. Zira, ülkenin istisnasız tüm spor medyası bu ve bunun gibi ufak detaylarla futbol taraftarlığının, dayatılmış malum üç takım çerçevesinde dönmesine imkan sağlıyor. Futbolun İstanbul dışına çıkmasından, pastadaki paylarının küçülmesinden öyle korkuyorlar ki, basit bir anketi dahi ekrana doğru yansıtmaya cesaret edemiyorlar. Henüz bir yıl geçmemiş TRT hakkında şu yazıyı yazalı. Aynı tas, aynı hamam. Bravo istikrarını bozmadan yürüyen TRT zihniyetine!

Tamam, sezonun henüz ortasındayız, realist olmakta fayda var ve fakat son yedi maçın altısını kazanmış, ligin motivasyon ve performans olarak en üst seviyesinde bulunan Eskişehirspor'a, şansla birlikte bir iki maç kazanarak çıkış yapan alelade bir takım muamelesi yapan küstah yorumculara tahammül etmemi beklemesin kimse benden. Farkındayım, sezon bittiğinde yayıncı kuruluşun cebine üç kuruş fazla para girsin diye uygulamaya koyulan play off sisteminizdeki çarklara çomak sokacağımızdan korkuyorsunuz. SOKACAĞIZ da zaten (çomak, yanlış anlaşılmasın).

Devlet kanalı deyince az biraz farklı beklerdik sizi. Fakat, aynısınız. Her ne kadar taraftarlığım
dolayısıyla mesafeli de dursam, rakibim olan Bursaspor'a yapılan terbiyesizliğin karşısında durmuştum her fırsatta. Çünkü, biliyorum ki Bursaspor'un halinden en iyi Eskişehirspor anlar. Çünkü biliyorum ki, bu hikayede ötekileştirilen takımların yanlı medyaya, yani size göre adı yok. Sizin "diğerleri" diyerek basite indirgediğiniz o takımların uğruna adanmış sayısız hayat var. Kulüplerin başarılarını geçtim, bari arada bir yalandan övdüğünüz bu taraftarlara saygınız olsun. Koskoca bir camia yıllarca bu günü beklemiş ve sonunda zafere ulaşmış. 47 yıl boyunca bu mutluluğu beklemiş bir taraftarın şampiyonluk sonrasındaki sabah ilk yapacağı iş piyasadaki tüm gazetelerden ikişer üçer almak olacaktır. Tek bir beklentiyle açar elindeki gazeteyi, o büyülü kelime ve ömrünü adadığı takımın adını yan yana görmek... Şimdi, yandaki şu gazetenin ilk sayfasına bakalım. Bunu yapmaya kimsenin hakkı yok. Tekrar söylüyorum, Bursaspor özelinde değil bu satırlar aslında. Ötekileştirilmeye çalışılan tüm camialar adına isyan ediyorum. Bu kadar mı korkuyorsunuz İstanbul kalenizin yıkılmasından? Aslında bir yandan da kutluyorum sizi, kurulduğu günden bugüne yıldızı bir türlü barışamamış onlarca Anadolu Kulübünü aynı cephede toplamayı başardınız. Alkışlar size gelsin!

Sözün özü, kim ne derse desin biz hep buradayız ve emin adımlarla yürüyoruz zafere doğru. Ütopik zamanlarında dahi dilimizden düşürmediğimiz ŞAMPİYONLUK türküsünü artık daha gür sesle söylüyoruz. Zorunuza gitmesin!

4.12.11

YORUMSUZ

Bazen sadece tek bir fotoğraf anlatır her şeyi, yıllardır dilinin ucunda olanı, bir türlü paylaşamadığın o duygu patlamasını. Bugün bir değil, iki fotoğraf anlattı içimdekileri! Öyle güzelsin ki Esesim...






*4 Aralık 2011 Bursaspor 0:1 Eskişehirspor

25.11.11

Ustalara Saygı Kuşağı



Fotoğraf karesinin ufacık bir noktasında gördüm onu. Hoş, görmesem de bu kare içinde baktığım her yerdeydi zaten. Ayhan Abi'yi bilen bilir. Şimdilerde Eskişehir'de emekliliğin tadını çıkaran, bugüne dek bir çok şehirde yaşamış, kelimenin tam anlamıyla cefakar Eskişehirspor taraftarı.. Ayhan Abi'nin bugün halen her maça boynunda getirdiği bir atkısı var. Tribünde artık emsali kalmamış olan bu atkının uzun yıllar el örmesi olduğuna inanmıştım. Ta ki bu fotoğrafa rastlayana kadar. Biraz araştırdıktan sonra öğrendim ki, Eskişehirspor tribünlerinin toplu olarak yaptırdığı ilk atkıymış bu.

Belki vardır hala evinin baş köşesinde saklayan, üşüdüğünde boynuna dolayıp çıkan dostları, ama ben Ayhan Abi'yle tanıdım bu atkıyı ve öyle de gidecek. Ne zaman tribünde görsem bir siyah bir kırmızı harflerle yazılı "ESKİŞEHİRSPOR"u, 100 metreden tanır, oraya doğru yönelir ve Ayhan Abi'yi bulurum ucunda. Dolayısıyla bu fotoğrafın benim için en büyük anlamıdır Ayderli Ayhan Abi...

Selam olsun tribün emekçilerine...

26.10.11

1 kuple mutluluk


Ligin ikinci haftası biterken 6 puan ve +5 averaj sahibi iki takımdan biriydik. Aynı durumdaki diğer takım -Bursaspor- 3. haftanın açılış maçını Beşiktaş'a karşı oynarken, bizi ilgilendiren bir durum ortaya çıktı. Olur da Bursaspor bu maçta yenilirse, averaj hesabına göre Eskişehirspor bir günlüğüne de olsa liderliğe çıkacaktı (severiz biz başkasının maçına bel bağlamayı.) Nitekim, dilediğimiz gibi sonuçlandı o maç (1-2) ve böylece 22 Eylül'ü 23'e bağlayan gece lider takımın taraftarı olarak, puan tablosuna bakarken uyuyakaldık. Mutlu, umutlu...

Sonrasında neler oldu, nasıl oldu anlayamadık. Henüz uyku sersemliğini atamamışken olaylar gelişti. Tehlike çanlarının çaldığı ama bizim duyamadığımız gün, oyun olarak her ne kadar üstün taraf olsak da Gençlerbirliği'ne 1 puan verdik evimizde ve 1 günlük liderliğimiz geride kalmış oldu hafta biterken. Devamı başlı başına kaos, keşmekeş..

Galatasaray, Trabzonspor, Orduspor, Manisaspor... 4 maç, 0 puan, yenilen 8 gole karşı atılan yalnız 1 gol!

Sahadaki oyundan bağımsız gerekçelerle de olsa "Yönetim İstifa" seslerinin oyuncularda yarattığı rehavet, gamsızlık, bize dokunmayan yılan bin yaşasıncılık, ve daha bir sürü şey...

10. ayın 26. gününde Olimpiyat Stadyumu'nun boş tribünlerindeki tahmini 26 kişinin önünde, 10 kişilik Belediye'ye karşı 1 dakikalık galibiyet. Kötü gününe denk gelinmiş bir İbb karşısında yalnızca 1 dakikalık sevinç! Buna mutlu mu olmalıyız, bununla mı umutlanmalıyız şimdi biz?

Yazının varacağı bir sonuç yok; bir amacı, mesajı da yok. Yalnızca biraz rahatlamak istedim, dertleşmek istedim... Söylenecek o kadar çok şey birikti ki, hiç bir şey söyleyemez, konuşamaz hale geldim. Bir kuple olsun huzur istiyorum, mutlu olmak istiyorum, çok mu?!

Umutlandırıp utandıranlara selam olsun!




Hani soğuk havada oynanmış berbat bir maç sonrası eve gidince ılık bir duş alır, gevşemek istersin ya. Mayışıp oturursun öyle bir köşede, mümkünse kalorifer peteğine yakın bir minderde. İşte tam o anda yanında kırmızı şarap olsun ve fonda Semiha Yankı. Bugün iyi gider...

25.8.11

Balık Baştan Kokar


Şike, teşvik, adliye, play-off derken bir noktadan sonra kaynar suya alışan kurbağa gibi hissizleşmeye başladık skandallara karşı. Fakat aynı zamanda soğuduk da futboldan ve taraftarlıktan. Zira, neyin tarafı olduğumuzu algılayamaz, çözemez olduk bu süreçte. "Benim takımım, senin takımını döver" muhabbeti geride kaldı ve artık "benim sabrım seninkini döver" halini aldı. Dayanamayanlar alternatif sporlara yöneldi ve bana göre çok da güzel yaptı. Hatta, şeytan dürtmüyor değil, "bırak futbolu, gel babalar gibi curling takip edelim, vaktinde heveslenmiştin hani" diye. Neyse ki, şeytana uymadım ve sabretmeyi seçtim, her şeye rağmen!

Nihayet bize neyin taraftarı olduğumuzu hatırlatan gün geldi. Daha günün başında, "fikstür zerre umurumda değil" gibi cümlelerle kendimi ve etrafımdakileri kandırmayı denedim. Mamafih fayda etmedi. Hele ki, fikstürün ilk haftası belli olduktan sonra, çorap söküğü gibi geldi maçlar ve kalbe pompalanan kan oranı ufak da olsa bir yükseliş gösterdi.

Gelelim beni bu derece heyecana sevk eden yoğun maç programına...


Şu tabloya bakınca, ister istemez şaşkınlıkla mutluluk arası gidip geldim. Şaşkınlığım aslında maçlara değil, duyduğum heyecana oldu. Mutluluk da, sezonu kelimenin tam anlamıyla bir cümbüş eşliğinde açıyor oluşumuzdan. Öyle ki, futbol sezonunu giriş-gelişme-sonuç şeklinde değerlendirirsek, bizim için lig sonuç-giriş-gelişme gibi absürt bir tarzda gelişecek. Severim rutinden bağımsız yapılan her işi. Bu da öyle oldu, zorluk derecesi kıyaslandığında ilk 6 maç tam anlamıyla sonumuzu görmemizi sağlayacak türden. Sonraki dört maç, ligin başında olsa fena bir giriş olmazdı aslında. Ama, hedefler doğrultusunda yüzde yüz kazanmak zorunda olduğumuz maçlara lige fazlasıyla ısınmış halde girecek olmamız kısmen rahatlatıyor. Son yedi hafta, zaten gerçek anlamda ligin başladığı, son düzlük ve tam bu kıvamda rekabeti yaşayabileceğimiz rakipler, ak koyun, kara koyunun ortaya çıkacağı maçlar...


Fikstür itibariyle Eskişehirspor'un yolu kasım ayını görmeden belli olacak aşağı yukarı. Ya dışında kalacağız çemberin, yada çelik çomak oynayacağız çembere çomak sokarak!



15.8.11

Bizim Biyediç


Yalnızca iki maç.. Aslında sekiz artı iki maç, fakat sekiz maçın hiç bir önemi yok. Zaten aşağı yukarı gidişatın belli olduğu bir sezonun sonlarında, takımı dengede tutsun ve akabinde ne şekilde olursa olsun Süper Lig'e çıkartsın diye anlaşılmış bir teknik direktördü. Öyle de yaptı...


En uzun koşuysa elbet Eskişehir'de şampiyonluk, o onun en önemli yüz metresini koştu... *

Isınma turlarının ardından gerçek sınav zamanı geldiğinde onlarca kişinin emeğiyle var edilen ve 43 yıldır bir türlü tamamlanamayan 'Şampiyonluk Yolu'ndaki en kritik köprülerden birini inşa etti. Yolun başında yada sonunda değildi belki ama o iki günde orada yapılması gereken önemli bir iş vardı ve Biyediç geldi, kilometre taşını dikti, gitti...

Kariyeri oldukça dolu olan Nejat Biyediç'in hatıra defterinde nasıl yer aldık bilemem; ama o bizim tebessüme ihtiyaç duyduğumuz anlarda kolay bulabilmek için köşesini katladığımız sayfada büyük puntolarla yerini sonsuza kadar korumaya devam edecek...


01.01.1959 - 15.08.2011

2008'de, 12 yıl aradan sonra tekrar Süper Lig'e çıkmamızı sağlayan Nejat Biyediç'e selam olsun!


3.7.11

Bugün kederliyim, kötüyüm bugün...



Masum bir aşkla giydiğim siyah kırmızı formamı çamura bulaştıranlar olmuş. Bugün öğrendim. Duyduğumda inanmak istemedim. Gidip dolabımı açtım, baş köşede duran en eski formama baktım hemen. Bıraktığım gibi duruyordu: Meşale yanıklarından oluşan delikleri, gol sevincinde kendini kaybeden -adını bilmediğim- bir amca tarafından çekildiği için sökülen dikişleri ve yine 90'da yediğimiz bir golün göz yaşları, görünmese de, üzerindeydi hala.

Bugün utanarak izlediğim haberlerde adı tatsız cümlelerde geçen takım, kim ne derse desin, benim aşık olduğum Eskişehirspor değil. Benim asıl aşık olduğum takım, hangi şehirde olduğunu bile hatırlayamadığım takımdan 7 gol yediğimiz yıllarda giydiğim; büyük şehirlerin küçük semtlerinde bulunan ve yalnızca bilmek zorunda olanların bildiği ara sokaklarda, stadyumun yerini sormak zorunda kaldığımız deplasmanlarda eskittiğim, şimdilerde dolabımda duran formayla bütünleşen Eskişehirspor. Dolaptaki o forma hala siyah ve hala kırmızı. Renkleri hala canlı, arması güzel. Üzerine sıçrayan çamur iz bırakacak, biliyorum ama hiç bir çamur, siyah ve kırmızının solmasına izin vermeyecek, bunu da biliyorum.

Çok maç kaybettik, küme düştük, fark yedik, vs... Ama tarihinin hiç bir döneminde bu kadar utanmamıştım bir Eskişehirspor taraftarı olarak. Bu lekede emeği geçen herkese tek tek saygılarımı(!) sunuyorum...


29.6.11

Asla Vazgeçme ! (ya da sen bilirsin)

Zaten içinde para olup olmadığından bile emin olmadığı banka hesabını ufak bir umutla kontrol etmek için geldiği ATM önünde, bir de sıra beklemek canını sıkıyordu. Ama, yapacak daha iyi bir işi olmadığı için beklemeye karar verdi. Beklerken sanki çok yoğun işleri varmış da bir an önce bankamatikten para transferleri yapıp gidecekmiş gibi bir havayla elinde telefonu, etrafına bakınıyordu. Sıranın en önündeki, yakın gözlüğünü evde unuttuğu için her tuşa otuz saniye bekleyip basan teyzenin bu bekleyişte payı büyük olsa da, günlerdir evden çıkmayan Özgür'in sosyalleşmesi için bu bekleyiş güzel bir fırsattı ve değerlendirmeliydi. Bankamatik kuyruğundaki her umutsuz genç gibi o da, sıranın ortalarında bekleyen alımlı kızla arasında bir şeyler yaşanması hayalini kurmuş olsa da, bu saçma aşk hikayesine kızın para çektikten sonra "o kadar güzelim ki herkes bana bakıyor, derhal buradan uzaklaşmalıyım" büyüklüğündeki adımlarla ilerlemesi sonucunda veda etti. Zaten güzel değildi.

Nihayetinde sıra Özgür'e geldi ve kartını elleri titreyerek yerleştirdi yuvasına. Şifresini girdi(her yurdum insanı gibi onun da şifresi tuttuğu takımın kuruluş yılıydı ve belki de bu yüzden kaybediyordu biraz da). Hesapta tam tamına 7 lira 64 kuruş vardı. Adeta yıkılmıştı, çıkar yol düşünüyordu ve biraz da sırada bekleyenlere karşı kurduğunu sandığı imajı bozmamak için bankamatik menüsünde dolanıyordu. "Ödemeler" sekmesinde "Şans Oyunları"nı gördüğünde kaderin ona ironik bir şaka yaptığına emin oldu ve eli istemsiz tuşladı bu seçeneği. Önünde bir kaç bahis sitesinin adı açıldı ve aniden içlerinden birindeki hesabı aklına geldi. Belki hesabındaki para çekemeyeceği kadar düşüktü ama şansını bir de bahiste deneyebilirdi. Hemen telefon rehberine girdi, bir zamanlar çılgın atıyordu bu sitelerde, o yüzden hesap numarasını telefonuna kaydetmişti (bunun bir diğer anlamı da, o kadar çok kaybediyordu ki, sürekli parası bittiği için yeniden yüklemesi gerekiyordu bahtsız kardeşimizin).

7 lirayı başarılı bir şekilde bahis hesabına aktardıktan sonra, büyük bir kibirle bankamatikten uzaklaşarak evinin yolunu tuttu. Belki bankamatik kuyruğundaki kız ona pas vermemişti, belki banka hesabında çekebileceği kadar meblağ yoktu ama artık bir umut vardı içinde: küllerinden doğacaktı! Eve gidip ilk iş olarak bilgisayarına yöneldi. Bahis sitesindeki hesabına girdiğinde yüzü gülüyordu, zira artık Bakiye: 7.00 TL yazıyordu. Futbol sezonu bittiği için alternatif bahislere yönelmek zorundaydı, Kadınlar Avrupa Basketbol Şampiyonası, Finlandiya ve Norveç ligleri ve Wimbledon Tenis Turnuvası... Kadınlar Basketbol Şampiyonası'ndan Letonya karşısında (-6,5) handikaplı Rusya ilk tercihiydi. Finlandiya'da yıllardır adını her gördüğünde bir kaç saniye boş boş baktığı, anlamlı gibi ama aslında anlamsız takım Inter Turku'nun 1,40 oranını görünce rakibin kim olduğuna bakmadan ekledi kuponuna. Yine adından dolayı seçtiği Viking takımı, tahmin ettiğiniz gibi Norveç liginden ve 1,55 orana sahipti. Kuponun son müsabakası her yaz izlerken büyük keyif aldığı fakat sonrasında sene boyu aklına bile gelmeyen Wimbledon Tenis Turnuvası'ndan tanıdığı üç oyuncudan biri olan Sharapova oldu(diğer ikisi de Venus ve Serena Williams kardeşler zaten). Büyük bir çılgınlık yaparak hesabındaki tüm parayı(7 lira) bu kupona yatırdı ve beklemeye başladı.

Maçlar teker teker Özgür'ün istediği gibi sonuçlanıyordu. Önce Rusya farklı kazanıyor, sonra soğuk ülkelerden arka arkaya gol haberleri geliyordu. Son maç olan Sharapova maçını izleyerek çifte keyif yaşamaya karar verdi. İlk sette sert servislerinin yanı sıra insan üstü çığlıklarıyla üstünlük kuran Sharapova maçı da 2-0 gibi rahat bir skorla alıyordu. Özgür gözlerine inanamadı. Daha sabah bankamatik ekranında görünce hüsrana uğradığı 7 liranın yerinde artık 32 lira vardı. Derhal para çekme talimatı vermeye karar verdi. Tam bir düz adam, adeta bir küçük hesaplar insanı olan Özgür, "kazanmışken üçe beşe bakmadan durmalıyım" mottosuyla "çekilecek meblağ" kutucuğuna 32 lira yazdı ve onayladı.

Ertesi sabah güne mutlu başladı. Aynaya bakıp insana benzedikten sonra oyalanmadan gittiği bankamatikte sıraya girdi. Yine en önde yaşlı bir teyze vardı fakat bu defa yakın gözlüğü gözünde, hızlı hızlı yapıyordu işlemlerini. Sıranın ortalarında duran alımlı kız arada bir dönüp kendisine bakıyor ve hatta gülümsüyor gibiydi. Özgür, elleri cebinde büyük bir öz güvenle sırasını beklerken etrafa "param var ve onu çekmeye geldim" bakışları atıyor, çaktırmadan da yandaki mağazanın vitrininden kendi yansımasını kesiyordu. Alımlı kız işini bitirip sıradan ayrılırken Özgür'e baktığında, Özgür "farkındayım çok yakışıklıyım ve bana bakıyorsun ama umurumda değilsin bebeğim" bakışı atmış olsa da kız, "salak şey" bakışı atıp gitti. Olsun, bugün hiç bir şey tadını kaçıramazdı. Nihayet sıra geldi ve kendinden emin bir şekilde şifresini girdi (şifresini değiştirmeyi aklına bile getirmedi). Para çekmek istediğiniz tutarı girin kutucuğuna ukala bir tebessümle "20" yazdı. Kalan 12 TL'yi hesapta bırakarak gelecekti kendisine jest yaptı ve içinden "unuttuğum bir gün 10 lirayı çeker, 2 lirayı bahis hesabıma atar ve yaşamaya devam ederim" dedi.

Artık makarna dışında bir şeyler yeme vaktiydi Özgür için, belki lahmacun, belki tavuk döner, belki de goralı; bu gizemini koruyan yemeği sonsuza dek yalnızca Özgür bilecekti... Kesin olan ise yemeğin yanında içeceği ayran, sonrasında kalan parayla alacağı sigara ve geleceğe bıraktığı umut tohumları!



24.6.11

Düşündüm de...


Eskişehirspor ve Trabzonspor arasında hızına yetişilmesi mümkün olmayan sert bir münakaşa almış başını yürüyor ve düşündürüyor ister istemez. Kaderin kesiştirdiği kritik noktalarda kimi bizim, kimi onların lehine sonuçlandı, eyvallah. "Anadolu" bizimdir, sizindir rekabeti var eyvallah. Bizim 65-75 yılları arasında defalarca direkten dönen topumuzu 76-84 arasında onlar tamamladı, hem de altı defa, buna da eyvallah. Sevmeyelim birbirimizi, buna da diyecek sözüm yok, sebep ne olursa olsun anlarım...

Ama, anlamadığım, anlayamadığım şeyler var. Hangi ara bu kadar öfkeyle nefret eder olduk birbirimizden? Bir takımı sevmek diğerlerinden nefret etmeyi beraberinde mi getirir yoksa? Rengi farklı, coğrafyası farklı o takımlara sevdalılar arasında hiç mi sevilesi insan yoktur ki oturduğumuz yerden topuna birden söveriz ?

Düşündüm biraz, Trabzonspor'u tutan güzel insanları, yok mu acaba cidden diye. Biliyorum var. Hem de çok güzel insanlar var.

Benim Yenilsen De Yensen De sayesinde tanıdığım Balıkesir doğumlu ama Trabzonsporlu olmayı seçmiş dostum var mesela, Tanju. Trabzonspor'u tutmasına gerekçe olarak gösterdiği ruh ve onurlu duruşun bozulduğunu hissettiği zaman gözünden yaş gelecek kadar güzel bir insan... Dozer Cemil'in "ben Trabzonspor'un kaptanıyım, başka kaptanın arkasından, başka formayla sahaya çıkmam" deyişine vurulmuş. Tıpkı benim, Dozer Cemil'le aynı yıllarda tüm İstanbul takımları'nın peşinde koşmasına aldırmayarak, hatta akrabası olan taçsız kral Metin Oktay'ın ricasını kırmak pahasına, futbola başladığı Eskişehir'de veda eden Çengel Fethi'ye duyduğum derin sevgi gibi.

Ailesinden kalan trilyonluk köşkü çocuklar için "Oyuncak Müzesi" yapacak kadar temiz, hala büyüyünce Trabzonspor'da kaleci olacağına inanacak kadar çocuk bir Sunay Akın var. Volkan Konak var mesela, sevgiye doyumsuz gönül adamı. Cerrahpaşa'yı yada Hastane Önünde İncir Ağacı' nı ondan dinlerken hiç mi duygulanmadık... incir ağacı demişken, Mehmet Dalman isimli bir Trabzonspor taraftarı var, okuduğum, dinlediğim. 1996'da kaçan şampiyonluk sonrasında dayanamayıp bunalıma giren ve kendini İncir Ağacı'na asarak intihar eden. Yanında ufak bir not bulunmuş : "ölümümden kimse sorumlu değildir, dünyaya yine gelsem yine Trabzonsporlu olurdum" yazılı... Mehmet'in gittiği yer her neresiyse, orada yıllar sonra karşıladığı, öldüğü için üzüldüğü, gördüğü için sevindiği biri var: Kazım Koyuncu. Tam altı yıl önce bugün Karadeniz'in "Çernobil kanı" çayını son kez içmiş ve Mehmet'in, Dozer Cemil'in yanına gitmiş şair ceketli çocuk. İstanbul'un tüm davetkarlığına rağmen formasıyla çıkmış sahneye ve yalnızca bordo mavi çalmış gitarını...


Hatırladım, oralarda da varmış güzel insanlar, tebessüm etmemi sağlayan, eyvallah!


29.5.11

Bitmek Bilmeyen Mesele: Stadyum


" 7 - Halen 1500 kişilik kapalı ve 15000 kişilik açık seyirci alabilen Atatürk Stadı ile 1000 kişilik açık seyirci alabilecek Şeker Stadı ile bugün için ihtiyacı kafî saha ve stad mevcuttur. Ayrıca Atatürk Stadı'nın tevsi için gereken istimlâklar yapılmış olup, yine yüksek yardımlarınızla 5 yıllık plâna alınması ve ilk yıllara konması halinde Eskişehir'de kapalı tribünler 12000, açık tribünler de 38000 ki cem'an 50000 seyirci alabilecek kudret ve büyüklükte olacaktır."



Eskişehirspor'un kurulmasında adım adım sona yaklaşılırken, Haziran 1965'te, o dönemde Ankara'da bulunan Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü Federasyon Başkanlığı'na 7 maddeden oluşan bir taahhütname gönderilmiş. Bu maddelerin ilk altısı kısmen makul seviyede olsa da, yedinci madde dikkatimi çekti. Bugün dahi imkanı zor olan bir vaatte bulunmuş Eskişehirspor Kulübü, hem de henüz kurulmamışken. Başlangıç kapasitesi 16500 görünen Eskişehir Atatürk Stadyumu zaman içinde yapılan değişiklikler ve sonrasında kural gereği yapılan koltuklandırma çalışmaları neticesinde 2011 itibariyle 18700 seyirci kapasitesine sahip konuma geldi.

1971 yılında Akdeniz Oyunları için inşa edilen İzmir Atatürk Stadyumu uzun yıllar boyunca 63.000 kapasiteyle ülkenin tek yüksek kapasiteli stadı olarak varlık gösterdi, ancak 2002'de bu ünvanı, İstanbul'da bir türlü gerçekleştirmeye hak kazanamadığımız Olimpiyat Oyunları için tasarlanan Olimpiyat Parkı bünyesindeki İstanbul Atatürk Olimpyat Stadı (84.000) ele geçirdi. Bundan beş yıl öncesine kadar Türkiye'de yüksek kapasitede ve standartlarda kabul gören yalnızca bu iki stad varken, dünyanın ekonomik anlamda globalleşmesiyle birlikte yayılan endüstriyel futbolun ülkemize de girmesiyle beraber bu sayı artış gösterdi. Önce, Fenerbahçe'nin kullandığı Şükrü Saracoğlu Stadyumu'nun kapasitesinin 50.000 sınırına çekilmesi, sonrasında Kayserili işadamının çabalarıyla yapılan ve kendi adını taşıyan 33.000 seyirci kapasiteli Kadir Has Stadyumu, son olarak Galatasaray'a yıllarca hizmet etmiş Ali Sami Yen'in bulunduğu arsa karşılığında yapılan Türk Telekom Arena(52.500) bu zincire eklenen halkaları oluşturdu. Bunların yanı sıra Anadolu'da bir çok şehirde yapılan-yenilenen Bursa Atatürk Stadyumu(25.000) Şanlı Urfa Gap Arena(30.000), Rize Şehir Stadyumu(15.000) gibi aternatiflerle ülkenin stadyum çıtası yukarı çekilmiş oldu. Tüm bunlara ek olarak, Ankara'nın ve ülkenin en eski statlarından biri olmasının yanı sıra Eskişehirspor'un 2.Lig B Kategorisi'nden kurtulduğu 2006 ilkbaharında resmi olmayan rakamlara göre 35.000 taraftara ev sahipliği yapmış Cebeci İnönü Stadyumu da yıkılmaya yüz tutmuş olsa da tarihiyle ayrı bir yerde bulunuyor.

Türkiye'nin dört yanındaki stadyumlar birer birer gelişirken, Eskişehir'de bu konuda rivayetlerden öteye geçilmiyor. Geçtiğimiz aylarda, 2016 Avrupa Futbol Şampiyonası'nı bir oyla kaçırmadan önce yapılan sunum dosyasında yer alan 8 ilden biriydi Eskişehir. Şehirde şu an bulunan Atatürk Stadyumu'nun şampiyona düzenlemek için gerekli kriterleri bulunduğu alanda sağlamasının zorluğu nedeniyle şehir merkezine kısmen uzak bir noktada 37.000 kapasiteli yeni bir stadyum yapılacaktı. Ancak, organizasyonu şaibeli bir oylama neticesinde Fransa'ya kaptırdıktan sonra, Eskişehir'de stadyum konusu tekrar soru işaretleriyle dolu bir dosya halini aldı.

Yakın zamanda Eskişehir İnşaat Mühendisleri Odası tarafından yapılan açıklamada, stadyumun yeni bir bölgeye taşınması veya yerinde geliştirilmesinin zorluğuna dikkat çekildi. Çözümün, sıkıntı giderilene kadar Açık Tribün'ün üzerinin kapatılmasında olduğu söylendi. Haksız bir açıklama değil. Ancak, realist bir bakış açısıyla, Türkiye'nin kültürel, ekonomik ve sportif başarı anlamında en hızlı gelişen öncü kenti Eskişehir'de mevcut stadın yetersizliği kabul edilemez. Euro 2016'yı kaçırmış olsa da TFF'nin er yada geç bir turnuvaya ev sahipliği yapma isteği biliniyor. Bu nedenle hazırlıklı olmak gerekir. Herhangi bir uluslararası turnuvanın netleşmesine gerek duymaksızın Euro 2016 projesinde yer aldığı gibi, en az 35.000 seyirci kapasiteli bir stadyuma acil ihtiyaç var. Zira, Eskişehirspor Kulübü maçlarını 2. lig yıllarında dahi 15.000 seyirci ortalamasıyla oynamış ve sportif başarıdan bağımsız seviyede bir seyirci talebiyle karşı karşıya kalmış durumda. Kaldı ki, yavaş ama sağlam adımlarla sportif başarının da geldiği düşünülürse, Eskişehir'de yeni bir stadyum ihtiyacı kaçınılmaz gerçektir. Ek olarak, yeni bir stadyumun kaliteli futbolcu transferine yapacağı katkı da göz ardı edilmemelidir.

Kaçınılmaz olan bir sonucu tartışıp, olasılıkları düşünmektense, er yada geç yapılacak olan stadyuma odaklanıp, şimdiden detayları düşünmekte fayda var. Giriş çıkışlar, tuvaletler, büfelerin geniş bir alanda hizmet vermesi ve güvenlik gibi ana gereksinimler zaten yerine getirilecektir. Bunlardan farklı olarak akla ilk gelen, tribünlerin sahaya olan yakınlığı. Atletizme ülkemizde verilen önemin yalnızca futbol sahalarının etrafındaki tartar pistten ibaret olduğu yıllarda yapılmış tüm şehir stadyumlarının yapısı hemen hemen birbirine benzer. Bir adet Açık Tribün, hemen karşısında protokol, vip, kamera odası gibi unsurları bulunduran Kapalı Tribün ve bu tribünlerle yeşil saha arasında anlamsız uzunlukta bir boşluğa sığdırılmış tartar pist. Günümüzde atletizme özel sahalar her şehirde mevcut. Eskişehir'de de bu ihtiyacı karşılayacak standartlarda sahalar mevcut. Dolayısıyla yeni yapılacak olan stadyumda tribünler sahaya olabildiğince yakın olmalı. Bu yakınlık ve oval stadın getireceği psikolojik etki misafir takım oyuncuları üzerinde bir baskı yaratacaktır şüphesiz. An itibariyle buna verilecek en başarılı örnek, yeni ve belirgin bir gelişme olması dolayısıyla TT Arena'ya geçiş sonrasında Galatasaray'ın rakip üzerindeki etkisi. Hatta, TT Arena'da oynadığımız ve 4-2'lik yenilgiyle ayrıldığımız maç sonrasında Teknik Direktör Bülent Uygun ve Başkan Halil Ünal, yenilgide stadyumun etkisini itiraf etmişlerdi. Sahaya çıkan bir misafir takım futbolcusu, özellikle de benzeri bir stadda önceden fazla oynamamışsa, etrafında baktığında kaçabileceği bir boşluk arar, nefes almak ister. En kötü ihtimalle misafir takım tribününü görmek ister, biraz olsun stresini atabilmek için. Ancak, artık bahsettiğim yapıdaki stadyumlarda deplasman taraftarları asla seslerini duyuramayacakları, köşe ve karanlıkta kalan bir noktada maçı izlemek zorunda bırakılıyor.

Bir diğer detay ise, maneviyat. Taraftar, galibiyet, şampiyonluk, kupa görmek ister elbette. Ancak, özellikle Eskişehirspor gibi sahada oynanan oyundan ziyade tribündeki görselliğiyle alkış ve ilgi toplayan bir takımı tutan insanlar kendi geçmişine, efsanelerine saygı bekler. Maddi beklentileri umursamaz. Stadyum yapılacaksa eğer, adında tek derdi kulübümüz üzerinden reklam ve rant sağlamak olan bir marka yerine efsaneleşmiş oyunculardan birini, Fethi Heper'i görmek ister mesela, yada kaptan İsmail Arca'yı. Belki de en güzeli, 65-75 yıllarına damgasını vurmuş, Anadolu'nun devriminde ilk ateşi yakan takımın hocası Abdullah Gegiç. Hem hak geçmemiş olur böylece. Ama en anlamlısı da henüz 25 yaşındayken yitirdiğimiz Sinan Alağaç olacaktır.

Maç öncesinde Atatürk Stadı'na toplu halde yürümek, tezahüratlar yapmak bir gelenektir Eskişehir'de. Eğer ki, yeni yapılacak stadyumun çevre düzenlemesinde temsili de olsa buna benzer bir ortam sağlanmaz, maç önü atmosferi eksik bırakılırsa gelecek nesillere Eskişehirspor'un ne olduğunu da eksik aktarmak durumunda kalır dünün ve bugünün taraftarları. Bu nedenle ulaşım ve stadyum etrafı projelendirilerken taraftarlığı babadan oğula, anneden kıza bir bayrak yarışı olarak yaşatan ve var eden şehir halkına kolaylık sağlanmalı, mümkünse 1965'ten günümüze arşivlenen dökümanları, fotoğrafları, videoları ve tabi kupaları, ama en önemlisi terletilmiş formaları sergileyeceği bir müze ile taçlandırmalıdır.

Saydığım detayların gerçekleşeceğine dair bir taahhüt, 1965 yılında, federasyonu ikna etmek için yazıldığı gibi ütopik değil de içtenlikle, altyapısı oluşturularak sunulduğu takdirde eminim ki, ülkenin dört yanına yayılmış bir milyon Eskişehirspor Taraftarı birer tuğla alır ve yeni evimizin inşaatına el vermek için birlik olur.

15.5.11

Doğa Kaya Gerçeği




Son zamanlarda Lig Tv maç sonunda istatistikleri verirken hangi futbolcunun kaç km koştuğuna bakıyorum özellikle. Çok şey anlatır çünkü. Tamam, pozisyonu gereği kısmen az koşması gerekenler olur elbette, ancak yine de istisnalar dışında tüm oyuncuların özverisini yansıtır bu tablo. Hırs, azim, istek gibi klişeleşmiş kelimelerin rakamsal yansımasıdır bir nevi.

Televizyondan izlediğim maçlarda rakamsal olarak teyit ettiğim, tribünden takip ettiğimde ise bizzat izleyip takdir ettiğim bir Doğa Kaya gerçeği var. Dinamik yapısı sayesinde sürekli oyunun içinde kalmaya gayret eden, forvetle birlikte hücuma çıkıp, hemen devamında defansla birlikte savunma yapan, en azından yeltenen, mücadele eden biri.


Herkes, iki sezon önceki Beşiktaş maçında Yusuf'tan aynı hücumda arka arkaya yediği çalımlarla dalga geçerken ben her yediği çalımdan sonra tekrar saldıran Doğa'yla gurur duydum.

"Bu ligin oyuncusu değil, kapasitesi yetersiz" diyenlere inat attığı tam saha deparları hayranlıkla izledim. Yaptığı hataların ardından kahretmek yerine, düştüğü saniye ayağa fırlayıp mücadelesine devam eden, bir nevi hacıyatmaz gibi direnen Doğa'ya saygı duydum.

Unutmak istediğimiz, ama her sezonunu, her maçını tek tek yaşadığımız için asla aklımızdan çıkaramadığımız, bitmesi için gün sayarken zamanın ağır aktığı o yıpratıcı yılların son demlerinden bugüne kadroda ite kaka, inatla yerini koruyan, sessizce formayı terleten ve bununla reklam yapmak yerine işini yapan Doğa'yı bizden hissettim.

Ankaraspor deplasmanında sakatlığı nedeniyle kadroda kendine yer bulamayınca "takım elbiseli abiler"in peşinden deri koltuklara gitmek yerine deplasman tribününe herhangi bir taraftar gibi bilet alıp sıraya geçerek girmeyi tercih eden, kapıda çantası aranırken "sen benim kim olduğumu biliyor musun?" diye diklenmek yerine sessizce bekleyen ve ayakta maçı izleyen Doğa'ya hayranlık duydum.

Çok değil üç yıl önce, adı sanı belli olmayan dipsiz kuyunun sonundaki duvarı yıkan ve bize ışığı gösteren golü atan Doğa'yla aynı anda sesim kısıldı, yalnızca bir kaç metre ötesindeki tribünde!


Yıpranmış, yorulmuş ve kanını tazeleme ihtiyacı duymuş. Hal böyle olunca, Antalyaspor'dan gelen -samimi olduğuna inandığı- teklifi de kabul etmiş. Biraz üzüldüm, biraz mutlu oldum. Üzüldüm, zira genişleyen ve derinleşen kadroda hak ettiği saygınlığı, itibarı görememeye başlamıştı ve gitti. Mutlu oldum, çünkü ayrılırken transfer olan profesyonel bir futbolcu gibi değil de, okul değiştiren bir öğrenci gibi samimi veda etti takıma, taraftara, şehre...

Bugün ayrıldığı Eskişehir'e yarın başka formayla geldiğinde, tribünden adını haykırıp alkışlamak naçizane bir teşekkür, mütevazı bir vefa olacak. O güne dek, kendine dikkat et Doğa Kaya.





30.4.11

Paşa'ya Saygı Duruşu


Eskişehirspor'u şehir dışında tutmanın yansımalarından biri, sorulan birbirinden saçma sorular olmuştur hep.

-Eskişehirsporluyum
+Hadi ya... (kafası karıştı)

...bir süre sonra toparlar ve tekrar başlar,

+ Tamam onu anladım da, başka?
- Başka derken?
+ Hani üç büyüklerden?
- Üç büyük derken?
+ işte İstanbul takımlarından hangisini tutuyorsun diyorum?
- öyle desene baştan, İstanbul'dan Kasımpaşa'yı tutuyorum ben.
+ ?!?%&!? (hepten gitti)


Yukarıdaki diyalog sık sık rastladığımız ve artık bıkma evresine geldiğimiz türden. Kısır bir döngüden ibaretken, verilen son cevap sonrasında muhatabımın mavi ekran vermesine neden olmanın mutluluğu bambaşka oluyor.

Uzak bir şehirde yaşayınca insan memleketini özler elbette. Ben de özlüyorum, Eskişehir'i. Binalar arasına sıkışmış da olsa hala var olan sıcaklık ve huzuruyla kendini özleten bir şehrim var. Eskişehir'e yazın Almanya'dan izne gelen dayımın sabahın köründe simit fırınına gidip, çocuk gibi mutlu olmasını anlayamazdım önceleri. Şimdilerde ise ne zaman Eskişehir sokaklarında yürüsem gerçek anlamda bir aidiyet hissi yaşarım, ailemle biraz vakit geçirdikten sonra sokağa atarım kendimi. Plansız programsız kısa bir şehir turu yaparım. Doktorlar Caddesi'nde bisikletle gezen yaşlı amcaları, Porsuk kenarındaki çimlerde oturan sevgilileri, arkadaş gruplarını, birbirine "hacım" diye seslenenleri gördükçe terapi gibi gelir bana Eskişehir. Sonra, tanıdık mekanlara giderim rastgele. Mutlaka tanıdık bir yüze rastlar, oturur muhabbet ederim. Hava kararınca barlar sokağına geçeriz birlikte ve seans biter nihayetinde.

Kaçınılmaz son, İstanbul'a dönerim. Her defasında aklımın bir köşesi Eskişehir'de kalsa da, gittiğim yerde de sığınacağım bir liman olduğunu bilmek rahatlatır beni. Bir türlü bitmek bilmeyen okulumdan çıkıp eve giderken, gidemediğim bir maçta Eskişehirspor yenilmişse yada sadece canım sıkılmışsa düşünmeden atlar Kasımpaşa'ya giderim, yine plansız, yine programsız. Önce, aynı benim gibi alt liglerde, başarısı rivayetlerde saklıyken tarafını seçen gençlerin sıkça vakit geçirdiği Ziyafet Sokak'ta alırım soluğu. Bir binanın yan duvarında boydan boya duran dev Kasımpaşa armasından aldığı isimle "Arma Altı"nda... Misafirden öte, müdavim olmama rağmen ilgilerini eksik etmezler hiç bir zaman. Çay gelir anında, boş tabure yoksa yer verir yaşça küçükler. Öyledir Kasımpaşa'da, aralarında bir yaş dahi olsa saygıdan ödün vermezler. Sonra, turlarız semt içinde, tıpkı Eskişehir'de olduğu gibi burada da tanıdık simalar çıkar karşıma. Kasımpaşa'da da yaşlı amcalar bisiklet üzerinde dolaşır. Porsuk kenarında olmasam da Haliç teselli olur bana. Sonra hava kararır ve zamanın akış hızına inat, yavaş içeriz birayı köşedeki semt birahanesinde...


Kulüpler arası kardeşlikten öte, ikili dostluklar üzerine kurulmuş bir bağ...

ve küme düşen Kasımpaşa'ya saygı duruşu kaldığı yerden devam eder...

34. dakika yaklaşırken tüm tribünde uğultu başlar Eskişehir'de: "34'te Paşa, 34'te..."

son on saniyede geri sayım yapılır ve bitince, güçlü bir ses yankılanır Eskişehir sokaklarında:

..."Kasım....Paşa....Kasım...Paşa..."

24.4.11

kim kimdir?

Son 2 haftada Eskişehirspor taraftarının üzerine geliyor herkes, yerli yersiz, mesnetsiz suçlamalarla..

Bir önceki yazıda Özgür de (ayarsız) değinmişti. Ancak pek anlamamış insanlar. Ben daha net bilgiler vermek istiyorum.

Eskişehirspor taraftarı için kim kimdir;

Fenerbahçe, 80'lerin sonunda futbolcularımızı, ihale karşılığı elimizden alandır. "Ayağa kalkmayan fenerli olsun"dur, açık tribünü ayağa kaldırandır. 81'de sabahın köründe herkes uyurken Eskişehir'i talan etmeye çalışanlardır.

Galatasaray, şampiyonluk maçımızda futbolcuların üzerinde helikopter uçurandır. Bolu yolunda futbolcu otobüsünün önünü kesip "İstanbul'dan çıkamazsınız" diyendir. Maçı 85 dk oynatandır. Yabancı hakem getirendir.

Beşiktaş, 82'deki olaylı maçın baş aktörlerindendir. Tatil olan maçta, hükmen galip gelendir. Büyük Kaptan İsmail Arca'yı dizleri üstünde hüngür hüngür ağlatandır. Amigo Orhan'ın "bir baba" dermanını elinden alandır.

Trabzonspor, 96'da Şota gol kralı olsun diye bize 7 atıp düşürendir. 2008'de bizi rakibi olarak görmeyendir. Cefakar Kaptan Sezgin Coşkun'un 3 kez yumruk yemesine rağmen, hiç bir futbolcusu "sarı kart" dahi görmeyendir. Tayfun Türkmen'i amatör bir hareketle oyundan atan hakemdir.

Bursaspor, ezeli ve ebedi rakiptir. Çekişmesi güzeldir. Coğrafyadan ve geçmişten gelen rekabettir. Yıllar önce direkten 3 defa dönen topumuzu dün tamamlayandır.

Antalyaspor, Orduspor'dur.

Ankaragücü, düzyazıdır.

Gençlerbirliği, biraz Ankara, biraz entellektüelizm, biraz Behzat Ç.'dir.

Göztepe, kader ortağıdır.

Karşıyaka, İzmir'dir.

Kocaeli ve Sakarya, İstanbul yolu karşılayıcısıdır.

Adana Demirspor, merak edilendir.

LigTV, güçlünün ve zenginin yanında olandır.

TRT, tarafsız kalmayandır.

Medya, yangına körükle giden, ar damarı çatlamış olandır. Oturduğu yerden, kendinden bihaber, haber yapandır.

Halil Ünal ve yönetim, Eskişehirspor taraftarının eline su dökemeyen, adına yakışmayandır.

Bülent Uygun, Eskişehir'i yeni yeni tanımaya başlayandır.

Futbolcular, gelip geçicidir.

Eskişehirspor, bir isyan ve bir çığlıktır. Bu çığlık takım 3. ligdeyken bile susmayandır.

Özetle rakipler rakiptir. Kimin ne olduğu bellidir. Senede 3 tane Eskişehirspor maçı izleyenlerin anlayamayacağı şeylerdir. Ligi 3-4 takımdan ibaret görenlerin ağzına geleni söylemeye hakkı yoktur. Kendi futbolcusunun bile "zihniyetinden" çekindiği taraftarların, Eskişehirspor taraftarına laf söylemeye hakkı yoktur.

Bu yazı bir taraftarın gönlünden, gözlemleri sonucu yazılandır. Taraftarlık penceresinden bakmaktadır. ANLAYANADIR..

22.4.11

isyan

"Ben iyi bi' adam olamadım, ama kimsenin adamı da olmadım." Emrah Serbes'in kaleminden çıkan, kendi doğruları peşinde koşarken pisliğin içinde kalan aykırı karakter Başkomiser Behzat Ç. söylüyor bunu, hikayesinin bir sahnesinde.

Eskişehirspor da böyle biraz, düzene ayak uyduramayanların takımı. Haksızlığa, saçmalığa tahammülü olmayanların takımı. Dayatılanları kabul etmek yerine özgürlüğü seçen, yanlış olduğuna inandığı düzenin adamı olmayı reddedenlerin takımı. Elbette kurallara, ahlak, etik ve toplum kavramlarına aşina, mümkün mertebe içinde yaşamayı kendine düstur edinmişlerin takımı...

Zamandan ve mekandan, en önemlisi de sezonlardan ve rakiplerden bağımsızdır Eskişehirsporlu'nun takım sevgisi. Bu taraftar, siyah kırmızı'dan sonrasına renk körüdür... Büyük istekle beklediği ama olmayınca da dert etmediği o "şampiyonluk" uğrunda, formasına sahne arkasında çamur bulaştırmaktan çekinmeyenleri hiç bir zaman anlayamaz. Çünkü ona göre formaya çamur, ancak sahadaki yıpranmış çimin arasındaki toprak ve akıtılan terin karışmasıyla bulaşabilir!

Küme yükselme maçlarını saymazsak hiç şampiyonluk yaşamamış bir takımı tutuyorum ben. 46 yıllık tarihinin yarısını alt liglerden kurtulmaya çalışarak geçirmiş, hatta bir dönem kapanmanın eşiğinden dönmüş bir takımı tutuyorum. 1960'ların sonu 70'lerin başında büyük bir inançla devrime yürümüş olsa da önüne koyulan engeller nedeniyle yarım kalan mücadelesinin yorgunluğunu yeni yeni üzerinden atan bir takımı tutuyorum.

Hiç şampiyon olmamış belki, ama kimsenin takımı da olmamış bir takımı tutuyorum, Eskişehirspor'u tutuyorum ben. Benim takımım size 'filler ve çimen' hikayesindeki çimen gibi görünüyor olabilir. Ama, oynaşırken dikkatli olun, acıtabilir! Zira, Eskişehirspor ne çimendir, ne de fil!



Bu yazıyı özellikle, ligi "şampiyonluk yarışına giren takımlar ve diğerleri" olarak görenlere ithaf ediyorum...



9.4.11

Forma için, Arma için...

Geçen sezondu, puan tablosu adına o kadar önemi olmasa da, taraftarın maneviyatı için büyük önemi olan bir maçtı. 3-1 yenildik. Yenildik ama yenilirken attığımız gol sonrasında tribünde yerini alması resmi kurumlarca engellenmiş taraftara armayı öperek armağan etmişti. Adem Sarı'nın bu hareketi beni maçtan koparmıştı. Yenilmek kimin umurumda o saniyeden sonra...


Bu sezon iç sahada Sivasspor'la oynuyoruz. 1-1 girilmiş son dakikaya kadar. Serbest vuruş için kavga eden iki oyuncu, ısrarıyla topu kazanan Pele. Topun gerisinde duruşu ve öz güveniyle tribünde gol pozisyonu almamızı sağlamıştı. Nitekim inatçılığından golü çıkarmış ve maçı bitirmişti. Gol sevincini gözünden akan yaşlarla yaşamış ve yaşatmıştı. Hırsın, isteğin göstergesi, takımına olan bağlılığın sembolü o damlalar yüzümüzü iki kat güldürmüştü.


Yine bu sezon, hatta geçen hafta. Yine bizim için yasaklı o maç. Yine sessizliğimizle oradayız. Bu defa öne geçiyoruz Batuhan'ın attığı golle. Gol sevincinde yine formamız var. Batuhan'ın üzerinden çıkarıp yere koyduğu ve armanın, formanın önünde saygıyla eğildiği o fotoğraf. Maçın skoru yine önemsiz. Kaybedilen 2 puan "tüh"den öteye üzmüyor kimseyi.


Ve bugün, güçlü bir rakip önünde tam da öne geçmişken inanılmaz iki hata, geriye düşmüşüz. Hatayı affetmeyen hoca Diego'yu kenara almış. Hatasının farkında olan Diego hırsını tıpkı Pele'nin attığı gol sonrasında olduğu gibi bu defa kederden gözyaşıyla dışa vuruyor. Zorunluluk yüzünden televizyondan izlediğim maç benim için o görüntüde bitti. Aklım yedek kulübesindeydi çünkü.


Maçı birlikte izlediğim arkadaşım Diego'nun ağladığını görünce "Ne kadar duygusal oyuncularınız var böyle" dedi yarı şaka yarı ciddi.. Düşündüm biraz, hak verdim bu samimi yoruma ve sonra aklıma bir çırpıda bu ayrıntılar geldi. Kazanmışız kaybetmişiz kimin umurunda, bize bu hisleri yaşatan, gururlandıran oyuncular olduktan sonra...


Duygusal takımız vesselam...

7.4.11

Sporda Şiddet Yasası


Sporda Şiddet Yasası TBMM'den jet hızıyla geçti. Artık meşale yakan hapis yatacak, küfür eden 1500 TL para cezasına çarptırılacak. Ve daha bunlar gibi çok madde var.

Tribünlerde şiddet hiç kimsenin istemediği bir durum. Ancak her sosyal alanında olduğu gibi tribünde de şiddetin tamamen giderilmesi adına insanların boğazına yapışmak gereksiz. Bu yasa daha taslak halindeyken ilgili komisyon başkanı "Hayalimiz herkesin oturarak maç izlediği stadyumlar yaratmak." demişti. Bu dönüşümü İngiltere çok önceden, Premier League kurulmasıyla birlikte yaşamıştı. Bunu takip eden süreçte holiganlar ve dolayısıyla tribün grupları bir bir dağılmış, yerine "paralı müşteri" olarak adlandırılabilecek seyirci kitlesi gelmişti. Tabi futbolun gitgide daha endüstriyel bir hal almasının sonucuydu bütün bunlar. Ancak bu, kulüplerin gerçek sahipleri olan işçi kesimin stadyumlardan tamamen uzaklaşıp publara yerleşmesine neden olmuştu.

Bunu anlatmamın sebebi Sporda Şiddet Yasası'nın en önemli gerekçesi olarak "Kadın ve çocukların stadyumlara girememesi."nin gösterilmesi. Oysa şu an İngiltere'de çocuğunuzu bir maça götürmeniz hemen hemen imkansız. Çünkü her koltuğun bir sahibi var. Ve tabi ki yanınızdaki koltuğun da. Ya çocuğunuza sezon başında kombine alacaksınız, ya da -bilet bulabilirseniz- ayrı ayrı yerlerden maçı takip edeceksiniz. Yani bence asıl mesele kadın ve çocukların maça gelememesi değil.

Şenol Güneş'in bir sözü var: "Önceden futbolu fakirler oynar, zenginler seyrederdi. Şimdi zenginler oynuyor, fakirler seyrediyor." Bence değiştirilmek istenen işte bu. Artık futbol zenginlerin oynayıp zenginlerin izlediği bir oyun haline getirilmek isteniyor. Gelir seviyesi düşük olanlar ise bu ortamdan tamamen uzak bir şekilde ekran önüne konulacak. Zaten bu o kadar aleni bir şekilde görünüyor ki. Başbakan'ı ıslıklayan sıradan taraftar kameralarla tek tek tespit edilirken sahaya rakı, votka şişesi atanlar nedense bir türlü tespit edilemiyor.

Gelelim meşale ve küfür gibi şeylere verilecek cezalara. 2009'da Ali Sami Yen Stadyumu'nda oynadığımız maç esnasında meşale yaktığı gerekçesiyle apar topar göz altına alınan arkadaşım Çağrı yaklaşık 1000 TL cezaya çarptırıldı ve şu an hala davası görülüyor. Ancak işin ilginç yanı, onun meşaleyle hiçbir alakasının olmaması, hatta yıllar sonra ilk kez maça gelmesiydi. Yani bu olay, bir tane işgüzar polis memurunun arkadaşın tipini beğenmeyip "Ben gördüm şu yaktı." demesiyle 2 sene süren bir hukuki angaryaya dönüştü. Şayet o polis SŞY'den sonra bu işlemi yapsaydı Çağrı geçen sene ceza evinden yeni çıkmış olacaktı.

Özetle, Sporda Şiddet Yasası; Türkiye'de zaten pek de yaygın olmayan tribün kültürünü bitirmeyi, futbolu daha da endüstriyelleştirmeyi amaçlayan göz boyayıcı bir yasadır. Bu yasayı çıkaranların da gün aşırı birbirlerinin "şerefsiz" ve "gerizekalı" olduklarını iddia eden, 15-20 günde bir de birbirine tekme-tokat saldıran insanların olması oldukça düşündürücü...

14.3.11

Just A Perfect Day

"Her güzel anı bir iz bırakır mutlaka" dedi Kaan. Parmağımdaki yaraya bakıp gülümsedim. Evet, normal bir hareket değildi bu, ama zaten normal bir günde değildik...



Yaz aylarında bile esen rüzgar nedeniyle buz kesen Olimpiyat Stadyumu'na gidecektik ve bir haftadır durmadan kar yağıyordu. Kendimizi Sibirya soğuklarına şartlandırmış, endişeyle cumartesiyi bekliyorduk. Hemen herkes o günden sonraki bir haftasını yatakta hasta geçirebileceğinin bilincindeydi. Ama evde oturup kalorifere sırtını dayamaktansa, kanyak yudumlayarak ısınmayı daha cazip buluyorlardı.

Kült bir roman öncesinde bohem hayat süren bir yazar gibiydi İstanbul: soğuk, içe kapanık, sessiz. Cumartesiye hazırlanıyordu...

Güne uyandığımda açılan perdeyle birlikte odaya aniden giren güneş, bir haftadır süren karmaşık iklimi gündüze çevirmişti. Cumartesi sıradan bir gün değildi, hatta "gün" gibi de değildi. Karaktere bürünmüştü sanki. O da bizim gibi akşamdan kalmaydı. Başını kaldırmış gökyüzüne bakıyor, sıcaklığı hissediyordu, umutluydu, bizim gibi...

Öğleden sonra oynanacak maça rutin güzergahtan gittik; sabah simit dünyasında doyurucu ve sağlıklı bir kahvaltı, ardından henüz cuma gecesinde içilen alkolü kanından atamamış İstiklal Caddesi'nde kat edilen kısa ama güzel muhabbetli yol, ve nihayetinde uğrak mekanlardan birinde akşamdan kalma çivileri sökme çabası...

Göbeğinde yaşadığım ama bana hep uzak duran şehir İstanbul, yılın yalnızca bir kaç gününde evimde hissi yaşatıyor bana. Yine o günlerden biriydi. Normal şartlarda o saatlerde sükunetin hakim olduğu bir saatte Mis Sokak'ta mütevazı bir mekan şaşırtıcı bir mırıldanmayla düzeni bozuyordu. İçilen biralar kahvaltıya cila, muhabbete mezeydi. Kan akışının hızıyla paralel bir enerji yükseldi ortamda ve ufak ufak arttı çıkan sesin düzeyi. Tezahüratların doruk noktaya vardığı anda artık yola koyulma vakti gelmişti. Isınma turunu tadında bırakmak, günü yakalamanın en doğru yoluydu ve çıktık...

Normal şartlarda, bir hafta öncesinde yapılan planlamada bizi bekleyen otobüslere toplu bir yürüyüş yoktu, ancak farkına bile varmadan yaklaşık 50 kişi bir araya toplanmış "günaydın!" diyorduk gece mesaisinden uyanan Beyoğlu'na... Normal bir gün olmadığının sinyalleri başlamıştı çoktan!

Yoldayız... İstanbul'dan İstanbul'a 2 otobüs dolusu taraftar deplasman yolculuğuna çıktık. Olimpiyat Stadyumu'na ulaşmanın zorluğundan yakınmak yerine basit bir taktikle anılara bir iki satır daha ekledik.

Bataklık kıvamında yolları aşıp vardık otoparkına stadyumun. Henüz bilmiyorduk o dev alanın hayatımızda nasıl bir anlam kazanacağını. Tam gün okuyan liseli öğrencilerin öğle tatilinde yaptığı gibi herkes dört bir yana dağılmış volta atıyordu anlamsız anlamsız. Ben de onlardan biriydim. Elimde boş su şişesiyle sağa sola doğru yürüyordum. Öyle derinlere dalmışım ki, maçın başlamasına az bir süre kaldığını insanların azaldığını görünce fark ettim. Hemen giriş yaptım tribüne, yol arkadaşlarımla...

Maç vardı sahi bugün, oysa ben uzun zamandır görüşmediğim dostlarımla hasret giderdiğim bir pilav günü gibi davranıyordum. 350 km uzaktan, ama aslında bana o kadar da uzak olmayan şehirden, Eskişehir'den gelenleri görüp içten içe imreniyordum, akşam yine o güzel şehre dönecekleri için!

Aslında o kadar anı arasında ufak bir detay ama not düşelim, maçı güzel bir oyunla 2-0 kazandık. Hem de öyle böyle değil, ayakta alkışlatacak cinsten bir oyunla. Mutluydum...

Ve aslında hikayenin tam da başladığı an, otoparka dönüş... Eskişehir'e doğru yola çıkacak arkadaşlarımla vedalaşarak otobüsün yanına vardım. Ancak tuhaf bir durum vardı. İki otobüs olarak geldiğimiz park yerinde bir tanesi eksikti. İnsanlar teker teker araçlarıyla uzaklaştığı esnada öğrendik gerekçeyi. Lastik, bozuk yollara dayanamamış ve patlamış o engebeli yollarda. Biz maçtayken şoför de halledip dönerim diye düşünmüş. İşi uzayınca da bizim orada öylece beklememize neden olmuş.

Gitmeyi tercih edenler oldu ve bekleyen otobüsle yola çıktılar. Biz, yaklaşık 40 kişi beklemeye başladık otoparkta. Başlangıçta yaklaşık bir yarım saat bekler, gideriz sanıyorduk. Ama, öyle olmadı. Hava karardı, zaman aktı ve biz iki saatten fazla bekledik o otoparkta...

Beklemeye başladığımızda hava henüz aydınlıktı, oyalanıyorduk. Yerlere atılmış yarı dolu su şişeleri direk, kısmen büyük bir şişe de top oldu. Yıllardır işlek caddeler arasında sıkışmış apartman dairelerinde yaşayan koca koca adamlar için çocukluğa dönme fırsatı tepilemezdi, tepmedik. Hafta içi bankada şirket yöneticileriyle toplantıya giren Süha, mühendis arkadaşına attığı çalımla mutlu oluyordu. Biraz ilerideki başka bir grup çalı çırpı olmayan bir alanda yakacak malzeme arayışına girmişti. Onlara katıldım, zira biraz sonra hava kararacak ve ısınmaya, aydınlanmaya ihtiyacımız olacaktı...

Maç köftecisinin tezgah altına gelişi güzel attığı, ona göre çöp, bize göre yanıcı madde olan kağıtları, kartonları bir araya getirip havanın kararmasıyla ateşledik. Henüz hava soğumamıştı ama ateşin etrafında spontane bir çember oluştu. Biri o cılız ateşe mangal kömürü muamelesi yapıp bulduğu kartonla yellerken başka biri hıdrellezin tarihini erkene çekmiş, ateş üzerinden atlıyordu. Besteler, tezahüratlar zaten gün boyu dillerdeydi ama havanın tam anlamıyla kararması ve ateşin de coşmasıyla birden bire sanki orada mahsur kalmış, otobüs bekleyen bir grup değil de, mahallenin köşe başında toplanmış bıçkın delikanlılar gibiydik.

Hatırlamadığım bir ses, "uzun eşek oynayalım" dedi. Yadırgamak bir yana, talep yoğunluğu nedeniyle, tam da ruhumuza uygun bir adaletle "aldım verdim" yaptık. Yine çocukluğumuzdan kalma bir eğlence, ancak bu sefer acı bir gerçekle yüzleştik: eskisi kadar atik değildik. Bir kaç tur oynadıktan sonra topluca yıkıldık yere, kimi belini tutuyordu kimi gülüyordu. Benim parmağım da işte tam o kargaşada birinin ayağı altında ezildi. Ufak bir yara ve ezilme oluştu. Ama ben de parmağıma bakarken bıyık altından gülüyordum...

Otobüs geldiğinde, annesi tarafından sokakta oynarken eve çağrılan çocuk gibi asıktı suratımız. Arkama dönüp baktım otobüse doğru yürürken; soğuk, büyük bir alan ve etrafında yaşam belirtisi olmayan ürkütücü bir geceydi gördüğüm. Aklım karıştı, iki saat boyunca inanılmaz keyif aldığım alan gerçekten böyle bir yer olamazdı. Düşünceler içinde bir koltuğa geçtim öylece... Ekipte şoföre karşı bir homurdanma, bir isyan belirtisi yoktu. Aksine uykuya dalmıştı bir çok kişi yorgunluktan.

Tekrar Taksim'deyiz, yemek yiyoruz günün bittiğini sanarak. Formalarımızdan dolayı arka masamızdaki Japon'ların ilgisini çekmişiz, muhabbet edip hatıra fotoğrafı çektiriyolarlar bizimle. Ben masamda oturmuş parmağımdaki yaraya bakarken Kaan bana "Her güzel anı bir iz bırakır mutlaka" diyor, gülümsüyorum...

Tekrar güne başladığımız Mis Sokak'taki o mütevazı mekana yürüyoruz. Beyoğlu gece mesaine başlamış biz gelmeden. Biralarımızı yudumlarken tam da sırtımı yasladığım anda Lou Reed'den "Just A Perfect Day" çalıyor mekanda, şaşırmıyorum bu finale. Gülümsüyorum...




27.2.11

Polonya'nın Kırmızı Şimşeği

Kryzstof ya da bizim hitap ettiğimiz şekilde Chris. 14 Şubat 2009’da oynanan Gençlerbirliği maçındaki koreografi hazırlıkları esnasında tesadüf eseri stadyumda rastladığımız Polonia Warszawa taraftarı, Polonyalı bir futbol aşığıydı, sonradan Eskişehirspor aşığı da oldu. Birlikte pek çok maça gittik, hatta bunlardan iki tanesi de deplasman maçıydı. Kendisi 2009 Haziran’da Türkiye’den ayrılsa da hala internetten irtibatı koparmadığım bir arkadaş. Elimizde bu kadar orijinal bir insan varken ufak çaplı bir söyleşi yapmak, aradan geçen 2 senenin ardından kendisinin futbola, taraftarlığa, Eskişehirspor’a ve Türk futboluna bakışını sormak istedim. Umarım 
okurken keyif alırsınız.

P: Potatiumk C: Chris

P: Öncelikle röportaj teklifimi kabul ettiğin için teşekkür ederim Chris.
C: Önemli değil “Kanka”. Ayrıca onur duydum. Biliyorsun ben de artık sizden biriyim, kanım siyah kırmızı akıyor.

P: Polonia Warszawa’nın fanatik bir taraftarısın. Nasıl başladı taraftarlık öykün?
C: Önceden maçları sadece televizyondan izliyordum. Sonra babam beni 1998 yılında FC Kopenhagen ile oynadığımız İnterToto Kupası maçına götürdü. Bir iki maça daha babamla gittikten sonra stadyuma tek başıma gitmeye başladım.

P: Bütün maçlara gidiyor musun?
C: Eğer o gün dersim, sınavım veya başka herhangi bir şey yoksa muhakkak giderim.

P: Polonia Warszawa ile yaşadığın en güzel ve en kötü anıların nelerdi?
C: 2000 yılında kazandığımız Polonya Kupası en mutlu anımdı. En kötü anlarım ise lanet olası (bir gün bu kelimeyi böyle çevireceğim hiç aklıma gelmezdi) Legia’ya yenildiğimiz maçlar.

P: Sahi şu Legia meselesi var. Niye bu kadar nefret ediyorsun onlardan?
C: Herhangi özel bir sebebi yok, Varşova’nın iki takımıyız ve birbirimizi sevmiyoruz hepsi bu.

P: Legialı arkadaşların yok mu?
C: Olmaz olur mu? Zaten oturduğum mahallede herkes Legialıdır. Yenildiğimiz derbilerden sonra sokağa çıkmak epey zor oluyor.

P: Anlıyorum. Yunanistan maceran var bir de. Biraz bahsetmek ister misin?

C: Turizm Otelcilik okuyorum. Yunanistan’da staj imkanı buldum. Bu yüzden bir dönem Selanik’te bulundum. PAOK’un bir antrenmanına ve Flávio Conceição’nun imza törenine gitme şansı buldum. Maç olmamasına rağmen harika bir atmosfer vardı.


 

P: Bir konuşmamızda dünyadaki en iyi tribünü PAOK’un yaptığını söylemiştin, yanlış mı hatırlıyorum?
C: Hayır “Hadjim”, doğru hatırlıyorsun. Oradaki coşkuyu tarif edemem sana.

P: Sonra Erasmusla Türkiye’ye geldin. Seninle stadyumda tanışmıştık. Neden stadyuma gelmiştin?
R.Ç: Gerçekten mükemmel kızlar.
C: Türkiye’ye ilk geldiğim gün Anadolu Üniversitesi’ndeki Erasmus koordinatörü olan Osman Gümüşgül isimli arkadaş bize Eskişehirspor’dan bahsetti. Akşam internetten arattığımda Galatasaray’ı 4-2 yendiğiniz maçın görüntülerini buldum. Ertesi gün de stadyuma gelmeye karar verdim. Yanımda arkadaşlarım Michal ve Magda da vardı. Onlar futboldan pek anlamazlar ama yine de “Yaşadığımız şehrin takımının maçlarını oynadığı stadyumunu görmeliyiz.” dedim ve ikna ettim. Sonra bizi stat müdürü büyük bir nezaketle karşıladı ve protokol tribününe aldı. Hatta bize çay bile getirdi.

P: Peki bizle nasıl tanıştın?
C: Stadyumun öbür köşesinde bir grup taraftar gördüm. Yanlış hatırlamıyorsam deplasman tribünüydü.

P: Evet doğru hatırlıyorsun.
C: İşte gördüm ve size doğru koşmaya başladım. Kapıya yöneldim

P: Hayır, tellerin üzerinden atladın.
C: Evet olabilir :)

P: Sonra?
C: Sonra size İngilizce bir şeyler söyledim. Sen karşılık verdin. Beni Türk’e benzettiğini söyledin. Beni alıp bir yere götürdünüz. Meğer koreografi hazırlıyormuşsunuz.

P: Sen de ilk iş eline fırçayı alıp bize yardıma koyulmuştun.
C: Evet, pankart boyamayı çok severim.

P: Bir de stadın duvarına Polonia Warszawa ve Ultras Enigma yazdığını hatırlıyorum. Hatta bizim çocuklar “Aha bu da bizden.” demişlerdi.
C: Sağolsunlar. Sonra sen bizi ertesi günkü maça davet ettin. Telefon numaralarımızı aldık.

P: İlk izlediğin maç Gençlerbirliği maçıydı. O gün bizim hakkımızda neler düşündün?
C: Açıkçası stadyumun bu kadar dolu olacağını tahmin etmiyordum, ayrıca sizin bizden kötü olmadığınızı, hatta daha bile iyi olduğunuzu gördüm. Ancak alışık olmadığım bir şey vardı.

P: Neydi?
C: Taraftarlar çok bölünmüştü. Çok fazla grup vardı.

P: Anlıyorum, bence de bu sıkıntılı bir durum.
C: Hayır, bence değil. Lech Poznan taraftarı da pek çok küçük gruptan oluşmakta ama harika işler başarıyorlar.

P: Her neyse, bizim maçlarda çok heyecanlı ve tutkulu olduğunu gördüm.
C: Çünkü öyleydim “hadjim”. O atmosferde kim maç izlese heyecanlanır. Ben ilk maçtan sonra EsEsli oldum diyebilirim.

P: Unutamadığın maç hangisiydi?
C: Bütün maçlar gerçekten çok özeldi ancak Kocaelispor ve Galatasaray deplasmanlarını hiçbir zaman unutamam. Özellikle Galatasaray maçından bir gün önce Beşiktaş’ın Stadında takımın antrenmanına gidip tezahürat yapmamız çok özel bir anıydı. Tabi ertesi gün 0-1 yenmemiz de.

Facebook Chat'ten röportaj yapan ilk mal benim
P: Seni Ali Sami Yen filelerine tırmanırken hatırlıyorum. Bu arada Kocaelispor şu an 2 lig altımızda.
C: Öyle mi? Çok üzüldüm. Onların da çok iyi bir taraftarı vardı.
(Bu arada çılgın kardeşimiz Chris konudan konuya zıplamaktaydı. Yandaki gibi bir şey dedi. Elçiye zeval olmaz.)

P: Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş’ı pek sevmiyorsun. Neden?
C: Türkiye’de sadece onların maçları yayınlanıyor, gazetelerde, internette sadece onlar var. Ayrıca bildiğim kadarıyla Türkiye’de genel olarak herkes bu takımları tutuyor. Eskişehir hariç tabii. Bu, Türk futbolu açısından çok kötü bence. Polonya’da herkes kendi şehrinin takımını tutar, hatta Legialıların bölgesinde bile ben atkımla formamla gezemem. Belki de taraftarlık kültürleri farklılık gösteriyordur, bilmiyorum.

P: Neyse Chris, bu arada artık bizim maçlarımız da naklen yayınlanıyor. En azından bu da bir gelişmedir. Bu arada, Eskişehirspor’da en sevdiğin futbolcular hangileriydi?
C: Engin Baytar’ı çok beğeniyordum. Bence harika bir orta sahaydı. Ayrıca Batuhan da gece hayatını çok seviyordu belki ama takım için çok kritik gollere imza atmıştı.

P: Bu arada Kayserispor maçı sonrası aldığın Batuhan formasını hala saklıyor musun?
C: Evet, üstelik yıkamadım bile.

P: Son olarak neler söylemek istersin Chris?
C: Eskişehir’de harika günler geçirdim ve bu günleri asla unutmayacağım. Umarım bir gün tekrar birlikte “ES ES ES Kİ Kİ Kİ ESKİ ESKİ ES!” diye bağırabiliriz.
P: Teşekkür ederim, sen de benim tanıdığım en ilginç ve iyi insanlardan birisin. Söyleşi için teşekkür ederim.
2005 yılında aldığım ve bana dar gelen 40. Yıl Forması artık onun.

26.2.11


Abdurrahman, Doğan, Halil ve İlhan Yalovaspor ile oynanacak olan Türkiye Kupası maçı öncesi..

16.2.11

Majestelerinin Ayı: Şubat


14 Şubat 1990 tarihinde Orlando deplasmanına giden Chicago Bulls malzemecisi uyuyakalmış olacak ki, soyunma odasından Michael Jordan'ın forması çalınır. Akabinde, yanlarında yedek forma bulunmadığı için sahaya mecburen 12 numaralı formayla çıkar Majesteleri. Bu komik tecrübenin sonrasında her maça yedek formalarıyla gitmiş Bulls kafilesi.

Formayı çalan şanslı arkadaşı kutluyorum. Bir 14 Şubat daha da anlamlandırılamazdı herhalde. Kaldı ki, olaydan 3 gün sonrası, yani 17 Şubat MJ'in doğum günüdür. Gün itibariyle 48. yaşını dolduran efsaneye ve hem kendi arşivine kattığı 23 numaralı formayla, hem de bizim arşivlerimize kazandırdığı 12 numaralı forma giyen Air Jordan fotoğraflarıyla tarihe geçen arkadaşa selam olsun! :)