23.6.10

Saldır Marsel! Okey, Let's Go...

2001 yazı.. Henüz 15 yaşında, sporu sadece spor için izleyen biriydim. Sydney Olimpiyatları ve Hollanda'nın yine şampiyon olamadığı bir Avrupa Şampiyonası'nın ardından bocalamıştım, birden sporsuz kalınca... Yetmezmiş gibi 2. kez emeklilikten dönmüş olan Michal Jordan satın aldığı oyuncularını motive etmek bahanesiyle Washington Wizards formasıyla, yıllarca giydiği siyah-kırmızı(!) Bulls formasına ihanet ettiği yetmezmiş gibi ortalama bir performans göstermiş ve gözümde büyüttüğüm "Majesteleri"nin kıymetini sorgulatır olmuştu...

En beteri de Eskişehirspor yine çıkamamıştı düştüğü 2B çukurundan...

İşte tam da bu kadar tatsızlığın arasında nefes almak için alternatiflere yönelmiştim ki, TRT Wimbledon Tenis Turnuvası'yla göz kırptı bana... Son bir şans verdim 2001 yazına ve hayatımın en doğru hareketlerinden birini yaptığımı anladım Goran Ivanišević sayesinde!



O yıl normal şartlarda, 125. sırada olduğu için, turnuvaya katılamayacak olan Hırvat Tenisçi'ye davet gönderen organizatörler işin bu noktaya geleceğini asla tahmin edememiştir. Her turda, bu kez şansı yaver gitmez denilen Hırvat raket* finale kadar geldi ve şampiyon oldu! Ama, benim asıl ilgimi çeken şey Wimbledon tarihinde görülmemiş bir şekilde "tribün" yapan Hırvat seyircilerdi.. Geleneklere son derece dikkat edilen; seyirci kitlesi hakkında konuşulurken prestij, elit, üst sınıf gibi terimlerin sıkça kullanıldığı bu turnuvaya belki de ömürleri boyunca bir daha denk gelemeyecekleri bir başarı öyküsünü izlemeye gelmiş halk sınıfı vardı tribünlerde... Özellikle final maçında baş hakem tarafından defalarca uyarılmasına rağmen her sayıdan sonra gol olmuşçasına sevinen Hırvat seyirciler yüzümü öyle güldürüyordu ki, hakemin yaptığını küstahlık olarak algılıyordum... Çünkü, o kadar benziyoruz ki o gün orada bulunan Hırvat seyircilerle, benimsemiştim Ivanisevic'i.

Gelelim yazının esas öznesine : Marsel İlhan!

2010 yazında Vuvuzela sponsorluğunda, Türkiye'siz düzenlenen, istisnalar dışında tatsız tutsuz ve golsüz bir Dünya Kupası var oyalanmaya çalıştığımız... Michael Jordan emekli olalı 8 yıl olmuş. Eskişehirspor 2B'den kurtulmuş olsa da ezeli rakibimizin şampiyon olduğu ligde ancak 7. sırada bitirmenin hüznü var bu kez üzerimde, yine 2001'de olduğu gibi alternatif arayışlarına girdim kısacası... Ve 2001'den biraz farklı olarak Ntvspor göz kırptı bana Wimbledon'la.. Hem de bu kez sıcaklığını hissettiğim adam benim dilimi konuşuyor, benim ülkemde yaşıyor..

Başın öne eğilmesin...

İlk turu zor da olsa geçti Marsel.. İkinci tur maçında Rumen Hanesko karşısında inancını gösterdi ve tıpkı Euro 2008'de olduğu gibi 2-0'dan geri dönmek istedi... Ama yapamadı. Biraz talihsizlik, biraz tecrübesizlik engel oldu 2. Ivanisevic vakasına. Ancak, ben alacağımı aldım bu turnuvada Marsel'den.. Zaten Özbek kökenli oluşuna dikkat etmezsek ilk defa bir Türk katıldı turnuvaya. Tamam, Hırvatlar gibi dolduramadık kortun etrafını, tezahürat yapamadık Marsel için ama başta da yazdığım gibi Dünya Kupası'na zorlandığımız bir süreçte nefes alma fırsatı verdi bize...

Tüm bunlar için teşekkürler Marsel İlhan!

18.6.10

Nice 'daha güzel' 45. Yıllara..

2008'in 16 Mayıs'ı... Eskişehirspor-Diyarbakır maçı. O yılki Play-Off'ların yarı finali. Yer İstanbul İnönü Stadyumu. Koca 120 dakikada bir tane bile gol olmamış, penaltılara kaldı maç. Yıllardır içeride dışarıda, iyi kötü, birlikte maç takip ettiğim 10 kişilik arkadaş grubumun tamamı stadda. Tribünden tanıdıklarım, Boğazın Kırmızı Şimşekleri'ndeki dostlarım, tanımadığım 10 binler..Kiminin gözlerinde ümit, kiminin gözlerinde korku. Derin bir solukla çekilip, saniyede üflenen 'stres' sigaraları.

Penaltı atışları başladı. Bilen bilir İnönü Stadyumunun Kapalı-Alt tribününün en üstünde bir beton platform var. Oraya oturmuş, arkasını dönmüş iki gençten biriyim. Penaltılara bakamıyoruz. Sıkmışız birbirimizin elini arkadaşımla, mırıldanıyoruz; "Geliyor mu hacım(!) o büyük gece?"

Taraftarın sesine göre gol olup olmadığını anlıyoruz. Yanımdaki sevgililere soruyorum, 6. penaltılara geçildi diyor. O an arkadaşımla göz göze geliyoruz. Evet, telafisi yok. Golü atamazsak tarihimizin eziyetli, merhametsiz senelerine bir yenisi daha eklenecek. O an sinirlerimin boşaldığını hatırlıyorum. İçimde fırtınalar kopuyor dedikleri şey var ya, benim içimde Kırmızı Şimşekler çakıyor. Arkadaşımın da gözleri dolu dolu olmuş. Ben öyle bir heyecanı hayatımın başka hiç bir evresinde yaşamadım. Ardından bilindik senaryo: Diyarbakırlı futbolcu penaltıyı kaçırmış, finaldeyiz... O an oturup hıçkıra hıçkıra ağladık arkadaşımla. Herkes seviniyordu. Biz ağlıyorduk, yanımızdaki bayan şaşkınlıkla peçete yetiştiriyordu bize. O gece büyük zaferlerin habercisiydi sanki. Talihimiz dönmüştü evet. O an hissetmiştim ben onu. O an gerçekten inanmıştım.



Şimdi aradan 2 sene geçti. 45. yılımızda ligin zirvesine yakın ekiplerden biriyiz. Böyle bir 45. yıl, asla reddedemeyeceğimiz ancak geçmişteki başarıları sollamak istediğimiz, gerçekten başarılara yaklaştığımız bir 45. yıl. Artık yol belli ESES'im. Eğ başını ağır ağır yürü şimdi.

Uzat elini şanlı kupalara ES-ESim
Sinanın Nasırın ruhlarını şadedelim
Sonra da öl deyin,ölmeyeni......

ESKİ 45'LİK

Hayatımızın yarısını siyah, yarısını kırmızı yaşayalı 45 yıl geçmiş...

Günün 45'liği Kadriye İnletir'den gelsin o vakit...


es es es ki ki ki hop hop hop güm güm güm kırmızı şimşek çok yaşa...

15.6.10

Bando Vuvuzela!

Daha başlamadan, aldım elime fikstürü, takımlara kafamda maçlar oynatmaya başladım. Herkes takım analizi yazınca, benim hevesim kaçtı ve maçların başlamasını bekledim yazmak için...

Sonra maçlar başladı, 32 takım arasında göremediğim Türkiye yeterince canımı sıkarken, yetmezmiş gibi oynanan 11 maçın 10 tanesinde 3 gol dahi olmadı. Tek istisna da, disiplin hastalığına sahip Almanya'nın Avustralya maçı (4-0).

Hal böyle olunca yine sıkıldım, yazmak gelmedi içimden... Yazacak futbol dışı bir konu aradım, malum futbol asla sadece futbol değildir klişesi sardı dört bir yanımızı. Eh madem klişe bir konsept seçiyorum, konunun öznesi de klişee olmalı dedim : Vuvuzela!


Dünya Kupası sonrası yapılacak anketlerde, turnuva yıldızı kim olur sorusuna Vuvuzela eklenirse haksız rekabet olur. Zira her takım bir kaç gün arayla maç yaparken, bu çılgın alet günde 3 maça çıkıyor, hem de hiç susmadan...

Öyle ki, Dünya Kupası'na aslında ilgi göstermeyen, hatta futboldan fazla haz etmeyenler dahi Afrika'nın yöresel bir çalgısı olan Vuvuzela'yı tek kalemde telaffuz edebiliyor. Özetle, artık Dünya'nın tanıdığı en meşhur Afrikalı oldu Vuvuzela...

Gelelim benim asıl kaygıma... Bilindiği üzere Eskişehirspor tribünlerinde 2006 yılından beri BandoESES oluşumu bulunmakta. BandoESES o kadar güzel işler çıkarıyor ki, çok defa Eskişehir deplasmanına BandoESES'in ve açık tribünün yaptığı ortak çalışmayı izlemeye geldiğini itiraf edenlerle karşılaştım. Çünkü BandoESES, özellikle 10.000 taraftarın olduğu Açık Tribün'ü tamamiyle ayağa kaldırarak, 7'den 70'e atkı sallatıyor, bağırtıyor. Kolay yakalanır türden bir şey değil. Dolayısıyla, imrenen taraftar sayısı azımsanmayacak ölçüde çok...


Geçtiğimiz sezon, Trabzonspor Bando olmaksızın denedi Espana Cani eşliğinde yaptığımız atkı şovunu, başaramadı... Bursaspor taraftarı, bir maç için Mudanya Belediye Bandosu'nu getirdi, olduramadı... Çeşitli arayışlarda rakipler kısacası. Peki ya, olur da bir takım taraftarı üşenmez, Afrika'dan Vuvuzela getirtir ve kendince bir bando(!) kurmaya kalkarsa? Hiç bir şey değil de bu düşünce beni feci halde korkutuyor...

Burdan yetkililere sesleniyorum : Lütfen henüz Dünya Kupası'na giden Türk'ler dönmemişken bir kanun falan çıksın ivedilikle, ülkeye Vuvuzela sokmayı yasaklayan... Olmaz mı? Olur bence, olmalı... :)




5.6.10

Aynı Tas Aynı Hamam

Yazmamalıyım... Uzun zamandır kişisel yoğunluktan dolayı yazamıyordum, şimdi de yazmamalıyım. Okulda final haftası sürerken, havalar ısınmış, sokak beni çağırırken ne işim var bilgisayar başında? Bu satırları niye yazıyorum? Yazmamalıyım...

Ama tutamam kendimi, hayatımın gün geçtikçe daha büyük bölümünü ele geçiren, yaş ilerledikçe azalması beklenirken artan sevgimin karşılığı Eskişehirspor bu günleri yaşarken susmak ne bana yakışır, ne de benim gibi düşünenlere!

Bahsi geçen yoğunluk sürecinde bir çok şehir gezdim, bir çok insan tanıdım. Hani bir söz var : "Eğer Eskişehirliyseniz, sizi tanıyan herkes bunu bilir." Ben de gittiğim her yerde 5 dakika geçmeden rengimi belli ettim. Dolayısıyla, özellikle uzak şehirlerde ilginç karşılanan bir taraftar profiline sahip olmanın avantajını kullandım; insanların tuttuğum takıma bakış açısını gözlemledim, sorguladım...

Şaşırdım, 1000 km uzaktaki Malatya'da da, 240 km uzaktaki Ankara'da da Eskişehirspor dediğimde bana bizi anlattılar, taraftarın nasıl da her koşulda dik duruşa sahip olduğunu, başarıdan ziyade başarısızlıkta ön plana çıkarak armanın asaletini koruduğundan bahsettiler bana...

Gururlandım elbette, ama madalyonun diğer yüzünü görene kadar... Taraftarı yere göğe sığdıramayan aynı kişiler, serzenişte bulundu bana : "Bu kadar bilinçli ve fanatik bir taraftar nasıl oluyor da izin veriyor üzerinden oyunlar oynanmasına?"

Utandım... Haklıydılar çünkü. Dilim döndüğünce Eskişehirspor'un siyasetten aslında uzak olduğunu, medyanın şişirmesi olduğunu anlatmaya çabaladım ama tokat gibi bir cevap aldım: "Güzel söylüyorsun da, niye protesto etmiyorsunuz bu durumu o zaman?" Lafı geçiştirdim ne zaman bu soruyu duysam... Verecek sağlam altyapılı bir cevabım yoktu çünkü.


Vakt-i zamanında Fenerbahçeli olmasıyla bilinen bir yönetici gelince münferit olarak herkes tepki göstermiş, protesto gereksiniminden bahsetmişti. Protesto gününe gelindiğinde ise o tepki gösteren, kaşları çatık insanlar birden ortadan kaybolmuş, epi topu 20 - 30 kişi yüreklilik göstermişti... 2. lig yıllarında yaşanan bu olay her ne kadar cılız bir tepki gibi dursa da, Eskişehirsporluluk duruşunu, Yüksek Eskişehirsporluluk Bilinci'nin hala var olduğunu gösteren bir hareketti.

Ancak, yıllar içinde sinsice bir sindirme politikası içinde birer birer absürd insanlar girdi yönetime... Başka takım tutanlar, profesyonel yönetim anlayışından uzak olduğu halde reklam peşinde koşanlar, Eskişehirspor'un kuruluşundan bugüne gelen taraftar ruhunu hiçe sayanlar...

Başlarda hep tepki gösterdik, olmaz dedik gelemezler dedik. Ancak bunları hep taraftar forumu üzerinden söyledik, facebook üzerinden söyledik. Bu siteler aslında doğru kullanıldığında kitleleri harekete geçirmek için birebir, ama o bilgisayar başından kalkıp sokağa dökecek ilk ateşi yakamıyoruz bir türlü.

Zaman içinde sindirilişimizin neticesini bugün itibariyle almış bulunmaktayız. Olağan Genel Kurul vardı bugün Eskişehirspor'da. Aniden beliren 200 yeni üye sayesinde tek aday olarak seçime giren Halil Ünal ve ekibi beklendiği üzere aldı tekrar yönetimi. Bu kez, yeni isimler de var absürd listeye dahil edilecek türden. En absürd olanı da Yavuz Bingöl! Evet, hani şu türkücü olan...


Yanlış anlaşılmasın, her denk geldiğimde severek dinlediğim, karakterine, tevazusuna ayrı hayran olduğum kişidir Yavuz Bingöl... Ama, iyi hoş da senin ne işin var Eskişehirspor'la, hem de Eskişehirsporlu bile değilken? Hadi Halil Ünal, kendi reklamını yapmak için senin adını kullanmak istemiş ve bir teklifle gelmiş, ama sen düşünebilen, aklı fikri olan bir müzisyensin, hiç mi demedin : "Teşekkürler Halil Bey, ancak ben Eskişehirspor'u sevsem de başka takımı tutuyorum, ayrıca kulüp yönetimi işinden hiç anlamam" diye... Demek ki, ona da alternatif duruşu ve kalitesiyle Eskişehirspor Taraftarı'nın bulunduğu bir camiada yönetici olmak cazip gelmiş olacak ki kabul etmiş görevi...

Her şey bir yana, gerçek bir taraftar, kulübüne zarar vermekten çekinmelidir, yönetmek her yiğidin harcı değildir, hele ki beklentilerin yüksek olduğu bir kulübü... Bugün bu görevi kabul eden tüm yeni üyeler bunu bilerek bakmalıdır yarına. Zor günler bekliyor bizi, demedi demeyin!


Susuyorum... Bundan sonrasında sadece izlemeyi uygun görüyorum. Madem ki, gerçek bir tepki gösteremiyoruz, madem ki protestolar yerine ulaşmıyor. Ben de susuyorum ve gözlemliyorum sadece... Bakalım, bu satırlardan dolayı pişmanlık mı hissedeceğim yoksa haklı mı çıkacağım...