30.4.11

Paşa'ya Saygı Duruşu


Eskişehirspor'u şehir dışında tutmanın yansımalarından biri, sorulan birbirinden saçma sorular olmuştur hep.

-Eskişehirsporluyum
+Hadi ya... (kafası karıştı)

...bir süre sonra toparlar ve tekrar başlar,

+ Tamam onu anladım da, başka?
- Başka derken?
+ Hani üç büyüklerden?
- Üç büyük derken?
+ işte İstanbul takımlarından hangisini tutuyorsun diyorum?
- öyle desene baştan, İstanbul'dan Kasımpaşa'yı tutuyorum ben.
+ ?!?%&!? (hepten gitti)


Yukarıdaki diyalog sık sık rastladığımız ve artık bıkma evresine geldiğimiz türden. Kısır bir döngüden ibaretken, verilen son cevap sonrasında muhatabımın mavi ekran vermesine neden olmanın mutluluğu bambaşka oluyor.

Uzak bir şehirde yaşayınca insan memleketini özler elbette. Ben de özlüyorum, Eskişehir'i. Binalar arasına sıkışmış da olsa hala var olan sıcaklık ve huzuruyla kendini özleten bir şehrim var. Eskişehir'e yazın Almanya'dan izne gelen dayımın sabahın köründe simit fırınına gidip, çocuk gibi mutlu olmasını anlayamazdım önceleri. Şimdilerde ise ne zaman Eskişehir sokaklarında yürüsem gerçek anlamda bir aidiyet hissi yaşarım, ailemle biraz vakit geçirdikten sonra sokağa atarım kendimi. Plansız programsız kısa bir şehir turu yaparım. Doktorlar Caddesi'nde bisikletle gezen yaşlı amcaları, Porsuk kenarındaki çimlerde oturan sevgilileri, arkadaş gruplarını, birbirine "hacım" diye seslenenleri gördükçe terapi gibi gelir bana Eskişehir. Sonra, tanıdık mekanlara giderim rastgele. Mutlaka tanıdık bir yüze rastlar, oturur muhabbet ederim. Hava kararınca barlar sokağına geçeriz birlikte ve seans biter nihayetinde.

Kaçınılmaz son, İstanbul'a dönerim. Her defasında aklımın bir köşesi Eskişehir'de kalsa da, gittiğim yerde de sığınacağım bir liman olduğunu bilmek rahatlatır beni. Bir türlü bitmek bilmeyen okulumdan çıkıp eve giderken, gidemediğim bir maçta Eskişehirspor yenilmişse yada sadece canım sıkılmışsa düşünmeden atlar Kasımpaşa'ya giderim, yine plansız, yine programsız. Önce, aynı benim gibi alt liglerde, başarısı rivayetlerde saklıyken tarafını seçen gençlerin sıkça vakit geçirdiği Ziyafet Sokak'ta alırım soluğu. Bir binanın yan duvarında boydan boya duran dev Kasımpaşa armasından aldığı isimle "Arma Altı"nda... Misafirden öte, müdavim olmama rağmen ilgilerini eksik etmezler hiç bir zaman. Çay gelir anında, boş tabure yoksa yer verir yaşça küçükler. Öyledir Kasımpaşa'da, aralarında bir yaş dahi olsa saygıdan ödün vermezler. Sonra, turlarız semt içinde, tıpkı Eskişehir'de olduğu gibi burada da tanıdık simalar çıkar karşıma. Kasımpaşa'da da yaşlı amcalar bisiklet üzerinde dolaşır. Porsuk kenarında olmasam da Haliç teselli olur bana. Sonra hava kararır ve zamanın akış hızına inat, yavaş içeriz birayı köşedeki semt birahanesinde...


Kulüpler arası kardeşlikten öte, ikili dostluklar üzerine kurulmuş bir bağ...

ve küme düşen Kasımpaşa'ya saygı duruşu kaldığı yerden devam eder...

34. dakika yaklaşırken tüm tribünde uğultu başlar Eskişehir'de: "34'te Paşa, 34'te..."

son on saniyede geri sayım yapılır ve bitince, güçlü bir ses yankılanır Eskişehir sokaklarında:

..."Kasım....Paşa....Kasım...Paşa..."

24.4.11

kim kimdir?

Son 2 haftada Eskişehirspor taraftarının üzerine geliyor herkes, yerli yersiz, mesnetsiz suçlamalarla..

Bir önceki yazıda Özgür de (ayarsız) değinmişti. Ancak pek anlamamış insanlar. Ben daha net bilgiler vermek istiyorum.

Eskişehirspor taraftarı için kim kimdir;

Fenerbahçe, 80'lerin sonunda futbolcularımızı, ihale karşılığı elimizden alandır. "Ayağa kalkmayan fenerli olsun"dur, açık tribünü ayağa kaldırandır. 81'de sabahın köründe herkes uyurken Eskişehir'i talan etmeye çalışanlardır.

Galatasaray, şampiyonluk maçımızda futbolcuların üzerinde helikopter uçurandır. Bolu yolunda futbolcu otobüsünün önünü kesip "İstanbul'dan çıkamazsınız" diyendir. Maçı 85 dk oynatandır. Yabancı hakem getirendir.

Beşiktaş, 82'deki olaylı maçın baş aktörlerindendir. Tatil olan maçta, hükmen galip gelendir. Büyük Kaptan İsmail Arca'yı dizleri üstünde hüngür hüngür ağlatandır. Amigo Orhan'ın "bir baba" dermanını elinden alandır.

Trabzonspor, 96'da Şota gol kralı olsun diye bize 7 atıp düşürendir. 2008'de bizi rakibi olarak görmeyendir. Cefakar Kaptan Sezgin Coşkun'un 3 kez yumruk yemesine rağmen, hiç bir futbolcusu "sarı kart" dahi görmeyendir. Tayfun Türkmen'i amatör bir hareketle oyundan atan hakemdir.

Bursaspor, ezeli ve ebedi rakiptir. Çekişmesi güzeldir. Coğrafyadan ve geçmişten gelen rekabettir. Yıllar önce direkten 3 defa dönen topumuzu dün tamamlayandır.

Antalyaspor, Orduspor'dur.

Ankaragücü, düzyazıdır.

Gençlerbirliği, biraz Ankara, biraz entellektüelizm, biraz Behzat Ç.'dir.

Göztepe, kader ortağıdır.

Karşıyaka, İzmir'dir.

Kocaeli ve Sakarya, İstanbul yolu karşılayıcısıdır.

Adana Demirspor, merak edilendir.

LigTV, güçlünün ve zenginin yanında olandır.

TRT, tarafsız kalmayandır.

Medya, yangına körükle giden, ar damarı çatlamış olandır. Oturduğu yerden, kendinden bihaber, haber yapandır.

Halil Ünal ve yönetim, Eskişehirspor taraftarının eline su dökemeyen, adına yakışmayandır.

Bülent Uygun, Eskişehir'i yeni yeni tanımaya başlayandır.

Futbolcular, gelip geçicidir.

Eskişehirspor, bir isyan ve bir çığlıktır. Bu çığlık takım 3. ligdeyken bile susmayandır.

Özetle rakipler rakiptir. Kimin ne olduğu bellidir. Senede 3 tane Eskişehirspor maçı izleyenlerin anlayamayacağı şeylerdir. Ligi 3-4 takımdan ibaret görenlerin ağzına geleni söylemeye hakkı yoktur. Kendi futbolcusunun bile "zihniyetinden" çekindiği taraftarların, Eskişehirspor taraftarına laf söylemeye hakkı yoktur.

Bu yazı bir taraftarın gönlünden, gözlemleri sonucu yazılandır. Taraftarlık penceresinden bakmaktadır. ANLAYANADIR..

22.4.11

isyan

"Ben iyi bi' adam olamadım, ama kimsenin adamı da olmadım." Emrah Serbes'in kaleminden çıkan, kendi doğruları peşinde koşarken pisliğin içinde kalan aykırı karakter Başkomiser Behzat Ç. söylüyor bunu, hikayesinin bir sahnesinde.

Eskişehirspor da böyle biraz, düzene ayak uyduramayanların takımı. Haksızlığa, saçmalığa tahammülü olmayanların takımı. Dayatılanları kabul etmek yerine özgürlüğü seçen, yanlış olduğuna inandığı düzenin adamı olmayı reddedenlerin takımı. Elbette kurallara, ahlak, etik ve toplum kavramlarına aşina, mümkün mertebe içinde yaşamayı kendine düstur edinmişlerin takımı...

Zamandan ve mekandan, en önemlisi de sezonlardan ve rakiplerden bağımsızdır Eskişehirsporlu'nun takım sevgisi. Bu taraftar, siyah kırmızı'dan sonrasına renk körüdür... Büyük istekle beklediği ama olmayınca da dert etmediği o "şampiyonluk" uğrunda, formasına sahne arkasında çamur bulaştırmaktan çekinmeyenleri hiç bir zaman anlayamaz. Çünkü ona göre formaya çamur, ancak sahadaki yıpranmış çimin arasındaki toprak ve akıtılan terin karışmasıyla bulaşabilir!

Küme yükselme maçlarını saymazsak hiç şampiyonluk yaşamamış bir takımı tutuyorum ben. 46 yıllık tarihinin yarısını alt liglerden kurtulmaya çalışarak geçirmiş, hatta bir dönem kapanmanın eşiğinden dönmüş bir takımı tutuyorum. 1960'ların sonu 70'lerin başında büyük bir inançla devrime yürümüş olsa da önüne koyulan engeller nedeniyle yarım kalan mücadelesinin yorgunluğunu yeni yeni üzerinden atan bir takımı tutuyorum.

Hiç şampiyon olmamış belki, ama kimsenin takımı da olmamış bir takımı tutuyorum, Eskişehirspor'u tutuyorum ben. Benim takımım size 'filler ve çimen' hikayesindeki çimen gibi görünüyor olabilir. Ama, oynaşırken dikkatli olun, acıtabilir! Zira, Eskişehirspor ne çimendir, ne de fil!



Bu yazıyı özellikle, ligi "şampiyonluk yarışına giren takımlar ve diğerleri" olarak görenlere ithaf ediyorum...



9.4.11

Forma için, Arma için...

Geçen sezondu, puan tablosu adına o kadar önemi olmasa da, taraftarın maneviyatı için büyük önemi olan bir maçtı. 3-1 yenildik. Yenildik ama yenilirken attığımız gol sonrasında tribünde yerini alması resmi kurumlarca engellenmiş taraftara armayı öperek armağan etmişti. Adem Sarı'nın bu hareketi beni maçtan koparmıştı. Yenilmek kimin umurumda o saniyeden sonra...


Bu sezon iç sahada Sivasspor'la oynuyoruz. 1-1 girilmiş son dakikaya kadar. Serbest vuruş için kavga eden iki oyuncu, ısrarıyla topu kazanan Pele. Topun gerisinde duruşu ve öz güveniyle tribünde gol pozisyonu almamızı sağlamıştı. Nitekim inatçılığından golü çıkarmış ve maçı bitirmişti. Gol sevincini gözünden akan yaşlarla yaşamış ve yaşatmıştı. Hırsın, isteğin göstergesi, takımına olan bağlılığın sembolü o damlalar yüzümüzü iki kat güldürmüştü.


Yine bu sezon, hatta geçen hafta. Yine bizim için yasaklı o maç. Yine sessizliğimizle oradayız. Bu defa öne geçiyoruz Batuhan'ın attığı golle. Gol sevincinde yine formamız var. Batuhan'ın üzerinden çıkarıp yere koyduğu ve armanın, formanın önünde saygıyla eğildiği o fotoğraf. Maçın skoru yine önemsiz. Kaybedilen 2 puan "tüh"den öteye üzmüyor kimseyi.


Ve bugün, güçlü bir rakip önünde tam da öne geçmişken inanılmaz iki hata, geriye düşmüşüz. Hatayı affetmeyen hoca Diego'yu kenara almış. Hatasının farkında olan Diego hırsını tıpkı Pele'nin attığı gol sonrasında olduğu gibi bu defa kederden gözyaşıyla dışa vuruyor. Zorunluluk yüzünden televizyondan izlediğim maç benim için o görüntüde bitti. Aklım yedek kulübesindeydi çünkü.


Maçı birlikte izlediğim arkadaşım Diego'nun ağladığını görünce "Ne kadar duygusal oyuncularınız var böyle" dedi yarı şaka yarı ciddi.. Düşündüm biraz, hak verdim bu samimi yoruma ve sonra aklıma bir çırpıda bu ayrıntılar geldi. Kazanmışız kaybetmişiz kimin umurunda, bize bu hisleri yaşatan, gururlandıran oyuncular olduktan sonra...


Duygusal takımız vesselam...

7.4.11

Sporda Şiddet Yasası


Sporda Şiddet Yasası TBMM'den jet hızıyla geçti. Artık meşale yakan hapis yatacak, küfür eden 1500 TL para cezasına çarptırılacak. Ve daha bunlar gibi çok madde var.

Tribünlerde şiddet hiç kimsenin istemediği bir durum. Ancak her sosyal alanında olduğu gibi tribünde de şiddetin tamamen giderilmesi adına insanların boğazına yapışmak gereksiz. Bu yasa daha taslak halindeyken ilgili komisyon başkanı "Hayalimiz herkesin oturarak maç izlediği stadyumlar yaratmak." demişti. Bu dönüşümü İngiltere çok önceden, Premier League kurulmasıyla birlikte yaşamıştı. Bunu takip eden süreçte holiganlar ve dolayısıyla tribün grupları bir bir dağılmış, yerine "paralı müşteri" olarak adlandırılabilecek seyirci kitlesi gelmişti. Tabi futbolun gitgide daha endüstriyel bir hal almasının sonucuydu bütün bunlar. Ancak bu, kulüplerin gerçek sahipleri olan işçi kesimin stadyumlardan tamamen uzaklaşıp publara yerleşmesine neden olmuştu.

Bunu anlatmamın sebebi Sporda Şiddet Yasası'nın en önemli gerekçesi olarak "Kadın ve çocukların stadyumlara girememesi."nin gösterilmesi. Oysa şu an İngiltere'de çocuğunuzu bir maça götürmeniz hemen hemen imkansız. Çünkü her koltuğun bir sahibi var. Ve tabi ki yanınızdaki koltuğun da. Ya çocuğunuza sezon başında kombine alacaksınız, ya da -bilet bulabilirseniz- ayrı ayrı yerlerden maçı takip edeceksiniz. Yani bence asıl mesele kadın ve çocukların maça gelememesi değil.

Şenol Güneş'in bir sözü var: "Önceden futbolu fakirler oynar, zenginler seyrederdi. Şimdi zenginler oynuyor, fakirler seyrediyor." Bence değiştirilmek istenen işte bu. Artık futbol zenginlerin oynayıp zenginlerin izlediği bir oyun haline getirilmek isteniyor. Gelir seviyesi düşük olanlar ise bu ortamdan tamamen uzak bir şekilde ekran önüne konulacak. Zaten bu o kadar aleni bir şekilde görünüyor ki. Başbakan'ı ıslıklayan sıradan taraftar kameralarla tek tek tespit edilirken sahaya rakı, votka şişesi atanlar nedense bir türlü tespit edilemiyor.

Gelelim meşale ve küfür gibi şeylere verilecek cezalara. 2009'da Ali Sami Yen Stadyumu'nda oynadığımız maç esnasında meşale yaktığı gerekçesiyle apar topar göz altına alınan arkadaşım Çağrı yaklaşık 1000 TL cezaya çarptırıldı ve şu an hala davası görülüyor. Ancak işin ilginç yanı, onun meşaleyle hiçbir alakasının olmaması, hatta yıllar sonra ilk kez maça gelmesiydi. Yani bu olay, bir tane işgüzar polis memurunun arkadaşın tipini beğenmeyip "Ben gördüm şu yaktı." demesiyle 2 sene süren bir hukuki angaryaya dönüştü. Şayet o polis SŞY'den sonra bu işlemi yapsaydı Çağrı geçen sene ceza evinden yeni çıkmış olacaktı.

Özetle, Sporda Şiddet Yasası; Türkiye'de zaten pek de yaygın olmayan tribün kültürünü bitirmeyi, futbolu daha da endüstriyelleştirmeyi amaçlayan göz boyayıcı bir yasadır. Bu yasayı çıkaranların da gün aşırı birbirlerinin "şerefsiz" ve "gerizekalı" olduklarını iddia eden, 15-20 günde bir de birbirine tekme-tokat saldıran insanların olması oldukça düşündürücü...