17.6.12

Güzelleme

Tarihi geçmiş gazete kağıdına sarılı yetmişlik rakıyı ve yine eski gazetelerden yapılma kese kağıdına doldurulmuş karışık çerezi siyah bir poşete yerleştirdi, bana uzattı. Tam gitmek üzereydim ki, Numan amca "dur" dedi, "şunları da al, ağabeyinle yersiniz, benden". Elime aldığım ikinci poşet beyazdı ve içinde iki paket cips olduğu görülüyordu. Hediye alan her çocuk gibi benim de gözlerimin içi gülmüştü. Ailemin bana öğrettiği terbiye gereği kabul etmemiş gibi yapsam da Numan amca bu nezaketen reddedişimi saniyede göz kırparak bertaraf etti. Gülümseyip teşekkür ederek çıktım bakkaldan. Litrelik meyve sularının cam şişelerde satıldığı yıllardı...

Dört kişilik evin üç erkeği olarak biz üzerimize düşeni yapıp televizyon izlerken annem mutfakta tabakları hazırlıyordu sofra için, duyuyordum. (Yalnızca annelerin çıkarabildiği melodik sesler vardır mutfakta.) Kapı çaldı. Evin küçüğü olarak her zaman olduğu gibi yine ben koşmuştum kapıya, içimdeki merak ve görev aşkıyla. Teyzemler gelmiş. Hemen görev dağılımı yapıldı ve tatlı bir telaşla sofra kuruldu, yemekler geldi ve muhabbet güzelleşmeye başladı. Biz çocuklar, annelerimizin direktifleriyle yemeğin tabakta kalan o "en lezzetli" yerine ekmeği bandırıp bitirdikten sonra sofra renk değiştirdi. Temiz tabaklarla meyveler ve çerezler geldi, önümüzdeki boş tabaklar gitti. Sadece iki adamın önündeki tabaklar kalmıştı masada. Rakıya iyi meze olur diye yemek sonunda etlerin tabakta bırakıldığını öğrendiğim yıllardı.

Televizyon kapalı, Almanya'dan bin bir uğraşla getirtilmiş müzik setinin üzerindeki kapak açıktı. Bana hep büyülü gelen o teknoloji yine ortaya çıkmıştı ve bu durum beni çok mutlu ediyordu. Müzeyyen Senar, Münir Nurettin Selçuk, Tanju Okan, Zeki Müren... Güzel muhabbetli rakı sofralarının olmazsa olmazları çalıyordu birer birer. Annem ve teyzem kendileri için demledikleri çaya çerezi meze etmiş, bir yandan meyve soyuyorlardı bizim için. Ama benim gözüm sofradaydı. Babamın veya eniştemin bize seslenip yanlarına çağırması için gözlerinin içine bakıyordum. Onların hazırlayıp uzattığı çataldan dilimlenmiş ballı muz yemenin yanına erişemezdi çünkü hiç bir lezzet. Beklentimizin farkındaydılar ve teker teker çağırıp istikhakımız olan meyveleri yedirdiler kendi elleriyle.

Saatler ilerledikçe muhabbet derinleşmiş, şarkılar ağırlaşmıştı. Eniştemin vazgeçilmezi "Haydi Abbas" çaldığında ortamdaki herkes susup eniştemin şarkıya eşlik edişini izledi. Şarkıyı söylemiyor, yaşıyordu sanki. Sonrasında gecenin finali her zamanki gibi "Dönülmez Akşamın Ufkundayız" ile yapıldı ve buna biz de katıldık. (Hayatımda ilk defa beni de yanlarında balığa götürdüklerinde "Milli marşımız bu bizim..." demişlerdi , "...söyle bakalım şimdi baştan sona, biz de sana ufak ufak eşlik ederiz. Ama söylemezsen bir daha balık yok, ona göre!" Benim için hayatımın sınavlarından biriydi bu. Her ne kadar bazı yerlerini tam kıvıramasam da 10 yaşındaki bir çocuk için oldukça güzel söylemiştim. Ya da bana öyle hissettirmişlerdi, bilmiyorum.)

Hafif çakırkeyf halde sofradan kalkarken bize doğru dönüp "biz balığa gidiyoruz" dediler. Annemler sadece gülerek tepki gösterdi. Çünkü bu artık bir gelenek halini almıştı. Yıl boyu şehre hapsolmuş hisseden babam, eniştem ve arkadaşları havanın ısınmasıyla birlikte ilk fırsatta balığa kaçardı. Balığa gitmek, her ne kadar "balık tutmaya gitmek" gibi algılansa da, değildi. Balığa gitmek; sükuneti yaşamak, kendini dinlemek, doğayı hissetmek, dostlarla sohbet edebilmek, paylaşmaktı. Çok defa balık tutmadan, hatta olta dahi atmadan döndükleri olmuştu balıktan. Balığa gitmek, balık tutmaktan çok daha fazlasıydı kısaca.
Aradan zaman geçti, çok zaman...

Gittiler. Önden babam gitti, suya yakın bir noktada çadırı kurdu, oltaları hazırladı, ateş yakmak için malzeme topladı, küçük tüpün tepesine kurduğu lüks lambasını yaktı ve tam rakıyı açacakken eniştem belirdi yanında. Babamın o rakıyı yalnız içmesine gönlü razı olmamış olacak ki, oltasını kapıp yanına gitti aniden. Selamlaşma faslının ardından oturdular çilingir sofrasına ve oturumu açtılar; "Dönülmez akşamın ufkundayız, vakit çok geç..."




Hala fırsatı olan varsa o çok teknolojik dünyasındaki hayatına bir günlüğüne ara versin. Telefonu, bilgisayarı, televizyonu kapatıp karşısına otursun babasının. Radyodan Türk Sanat Müziği çalan bir kanal bulsun ve sadece muhabbet etsin babasıyla. Paylaşsın, anlatsın, dinlesin. Konuşsun işte. Vakit çok geç olmadan! 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder